12 Şubat 2011 Cumartesi

Emir demiri keser, sanatı kesmez



Madem tezkeremizi aldık, bir askerlik anısı da biz anlatalım.
Gaziantep İl Jandarma Bölük Komutanlığı’nda kısa dönem askerim. Acemiliğimiz orada geçecek, yemin töreninden sonra bir kısmımız orada kalmaya devam edecek, bir kısmımız ise ilçelere dağıtılacağız. Herkesin hedefi bölükte kalmak ve ilçelere gönderilmemek.
Üst devreler bize tavsiyede bulunuyor: rütbesi kolunda olanlar sorunca hiçbir şey bilmeyin, omzunda olanlar sorunca her şeyi bilin. (Bayanlar için açıklama: rütbesi kolunda olanlar, yani astsubaylar ve altındaki rütbeler angarya iş için sorarlar, onun işine yarasan bile dağıtımda söz sahibi değildir, burada kalmana yetmez. Yaptığın angaryayla kalırsın. Rütbesi omzunda olanlar, yani subaylar ise işine yarayacak askeri göndermez, yanında tutar.)
En revaçta olanlar öğretmenler ve İngilizce bilenler. Biz iki avukatız. Birimiz kalacak birimiz gidecek, onu biliyoruz…
Bir gün dışarıda eğitim yapıyorken, bölük komutanı geldi. Yine bayanlar için belirtelim, bölük komutanı demek, bölükte Allah odur demek.
Müzikle ilgilenen var mı diye sordu. İngilizce bilmiyordum, öğretmen de değildim ama işte şans benim kapımı çalmıştı. Ne teğmeni, ne yüzbaşısı… koskoca bölük komutanı soruyordu…
Ben elimi kaldırmış, komutanın gözüne bakarken, bir ara sağıma ve soluma da bakayım dedim. Amanın! Sanki Mızaka-i Humayun… Herkesin eli havada.
Sağ baştan soruyor tek tek komutan… Nedir müzikle ilgin? İlk 15 kişinin küçükken orgu varmış, ikinci 15 kişi müzik dersinde blok flüt çalmış. Sesim güzeldir komutanım diyenler var… Bir iki de ut çalıyorum, bateri çalıyorum falan diyen çıktı. Ben de o zamana kadar söylenenlerin hepsini birleştirip saydım: ut, org, flüt, bağlama… sesim de güzeldir diye de ekledim.
3 kişiyi seçip, siz gelin dedi. 3 kişiden biri de bendim, iyi mi! Yırtmıştım işte! Kesin orduevi için arayış içindeydiler. Artık askerliğimi orduevinde eğlenerek tamamlayacaktım. Allahım ne kadar şanslıydım… Düşünce baloncuğum patlamasın diye sınırlı tuttum heyecanımı, yürüdük.
Lokal gibi bir yere gittik. Hangi pavyondan geldiğini bilmediğimiz üst devrelerden bir piyanist arkadaş org kadrosunu kapmış, ona bir şantör lazım.
Bize birer şarkı söylettiler, İstanbul elemeleri için ön seçim yapan popstar jürisi gibi dinlediler. Ut çaldığını iddia eden avukat arkadaş, bir şans daha istedi, ikinci performansı da beğenilmedi. İkinci aday da ha keza… Komutan benim sesimi beğendi.
Neler söylüyorsun dedi. “Komutanım, özgün müzik, türkü vs” dedim. Tamam, artık sanat müziği söyleyeceksin dedi. Emredersiniz komutanım, ama hiç bilmem dedim. Öğlene kadar yeterince vaktin var, öğrenirsin diyerek su serpti yüreğime. Zaten bu defterde de yazıyor şarkı sözleri diyerek de mahcup etti beni.
Yanındaki emir erlerine, bu arkadaşa kostüm verin dedi. Bana göre kostüm olmadığını belirttiler. (Kostüm de, siyah pantolon ve beyaz gömlek) O zaman git sivillerini giy dedi, bana. Emredersiniz komutanım, ama sivillerim kamuflajımdan (askeri kıyafetlerimden) daha şık değil dedim. Sen giy, dedi. Emredersiniz diyerek, askere gelirken yanımda getirdiğim tek kıyafet olan en kötü kotumla en solmuş tişörtümü giydim. Bana hak verdi ve tamam tamam, kamuflajını giy sen dedi.
Hala bir açıklama yoktu. Orduevine mi seçilmiştim, askeri bandoya mı hala bilmiyordum.
Öğlene kadar repertuarımı hazırladım ve sahneye çıktık. Sahnenin perdesi henüz açılmamıştı. Ben hala kebap bir askerlik yapmama vesile olan yeni görevimi bilmiyordum.
Sonra perdenin arasından bir kafa uzandı, hadi başlayın dedi.
Perde açılmayacak, perde arkasından söyleyecekmişiz.
Öğrendim ki, o gün “ekstraya” çıkmışım ben, sürekli bir sahne programı değilmiş.
Astsubay eşlerinin günü varmış, bölük komutanın eşi de o gün konuklarıymış, astsubay eşlerinin.

Pilav üstü


2003 sonu ya da 2004 başı… O gün de aramamıştı Cumhur Abi İstanbul işiyle ilgili olarak… Pek bir sıkılmıştı canım. Murat’la çıktık Ankara Adliyesinden. Necati Bey Caddesindeki bilardo salonuna gitmek üzere bir taksi çevirdik adliye önünden.
Taksi, doğan görünümlü şahin değil; şahin görünümlü Rolls-Royce… Deri döşemeli, sunrooflu…  göstergelerin tamamı tempradan alınıp uyarlanmış, dijital göstergeler… Ses sistemi yürüyen disco. İbo’nun her sene olduğu gibi, o sene de yeni bir albümü çıkmış… “Kal benim için” çalıyor…
Dedik ki, baba ne güzel ortam yapmışsın böyle. “Abicim, bura da bizim evimiz be, ömrümüz burada geçiyor, ne yapalım” dedi…  “Misafirlerimizi iyi ağırlamaya çalıyoruz işte” diyerek de ekledi…
Valla sen bu ortamda rakı da ikram edersin, dedik…
Yok ağabeycim, biz kurucuyuz dedi!
İkram edeyim mi abi, diyerek de direk uzattı bir tane.  Tahmin edeceğiniz üzere, biz de “hayır teşekkür ederiz” dedik!
Neyse uzatmayalım,  biz Necati Bey’e yolu biraz(!) uzatarak gittik. Kaptan bize avukat müşterilerini soruyor tek tek… Abi sizin orda şu avukat var, öbür tarafta bu muhasebeci var… benim sürekli müşterim... tanıyor musunuz? Gibi… Süleyman derseniz, bilirler beni…
Biz bilardo salonuna gelirken telefon numarasını verdi bize ve “görüşmek üzere” ayrıldık.  Murat numarayı tuşlamış, tam kaydedecek, telefonu çaldı ve numara gitti…
Biz günlerce hangi taksiye binsek, “Süleyman’ı tanıyor musun, hani tempra göstergeli şahini var” diye soruyoruz ama nafile… İzini kaybettik Süleyman’ın…
….
Aradan aylar geçti, ben İstanbul’a taşındım…
Bir Ankara ziyaretimde Kolej’den bir taksi çevirdik, Dikimevi’ne, Çağlarlara gitmek üzere…  Taksi dijital göstergesi hariç, aynı Süleyman’ın taksisi… Çağrışım çağırmadan geldi tabi. Sordum Süleyman’ı tanıyor musun diye taksiciye, hayır dedi… Bu araba da yürüyen disco… Ama üçyüsss beşyüsss tadında, it yola düştü havaları çalıyor. Şoför abi de arabadaki aksesuarlara dikkat eden biri olduğumu fark ettiğinden olsa gerek, ısrarla dinletiyor müziği bize… Ben oralı olmuyorum tabi. Hikayenin buraya kadarki kısmını anlatıyorum yanımdakilere… Ben Süleyman’ın “arabasını(!)” anlatırken yanımdakilere, geldik zaten Dikimevi’ne.
Şoför dayanamadı. “Abi sen de amma abarttın! Ne var Süleyman’ın arabasında Allah aşkına? Tempra göstergesi dediğin nedir, ben şu arabanın vites topuzuna verdiğim parayla alırım Süleyman’ın arabasını…”
Meğer Ankara’da iki şahin kıyaslanırmış taksici camiasında… Birisi bu taksi, öbürü de Süleyman’ın taksisiymiş. Bu ezeli rekabet sebebiyle de haz etmiyorlarmış birbirlerinden… Süleyman’ı tanıdığını söylemeyi yedirememiş kendine bizim şoför önce, ama sonra onun arabası ballandırılarak anlatılınca dayanamayıp açıklama yapma ihtiyacı duymuş…
Rahatlamış bir tavırla vedalaştı bizle: “Süleyman sattı o arabayı. Şimdi bir sienada çalışıyor. Ostim durağında bulabilirsin çok meraklıysan!”