30 Aralık 2023 Cumartesi

Yılmanak-2023

Bir yılı yaşayabilmeyi denedim, oldu. 

Bir de yazabilmeyi deneyeceğim, bakayım olacak mı...

Her katil bir tanrı, her tanrı da bir katildir. 

Hiçbir şey yoktan var olamıyor, ve vardan yok olamıyorsa eğer, yok eden de var eden kadar kudretlidir muhtemelen.

Başlarında kendime hedefler koymaya başladığım yıllardan beri liste başı hedefim olan kilo verme hedefimi bu sene, senenin sonlarına doğru hedeflemiştim. 

Zamanlamada biraz sapma olsa da iyi kötü yaklaştığım hedefin ödülü kilo almaya yönelik bir faaliyetti. Az yemek yiyebildiğimi kutlamak için yemek yemeye gidecektik, o yemek iptal oldu. 

Ben de öldürülebilmek için yaratılmış bu vakti 2023 yılımı gözden geçirerek öldürmeye karar verdim.. 

 "Girebilirsem eğer 2023'ü, ve eğer girebilirsem ondan sonra acaba bir tane daha yılı görebilecek miyim?" 

2022 kafamdaki bu soru ile bitmişti. 

Tüm okurlarımdan (muhtelelen 7 kişi bile değilsiniz ve 1 dernek dahi kuramazsınız) özür dileyip, tıpta ayıp olmadığını hatırlatarak belirtmek isterim ki, 2022'de ebeminkini görmüştüm. 

Ocak'ta ilk kontrollerim olacaktı ve 6 ay daha yaşayabilir vizesi alacaktım. Canım kardeşim Okşan o ilk sınavımda yanımda olmak istediğinden vaktinden biraz daha erken, Paşamın kendisini emanet ettiği Türk hekimlerinin doğal işyeri olan Allah düşürmesin diyeceğiniz bir devlet hastanesinde aldım ilk vizemi. 

İnstagram'da faşist olmadığını düşündüğüm, iş arkadaşım olmadığını bildiğim, mizahtan anladığını (mizahtan anladığını küstahça oldu, şaka yaptığımı anlatabileceğimi düşündüğüm diyeyim) kişilerden oluşan "Yakın Arkadaşlar" listemde paylaştım bu 6 aylık vize müjdesini. 

Bir "yakın arkadaşım" (tırnak içinde yakın arkadaş olduğunu sözlü olarak da belirtmek istedim ama bu da yazılı oldu maalesef) da tuhaf bir "gözün aydın" mesajı atmıştı, müjdeme cevaben. Kendisinin arkadaşlığının yakınlığını fark ettiren de, ilk ölmeme müjdeme yazdığı cevabi mesajıydı zaten. Şöyle bir çeviri yapmıştım mesajına o zamanki "beginner" seviyemle zihnimde: 6 ay daha yaşayacağım sanma, her gün ölebilirsin, ama bugün iyi ki yaşıyorsun, yakın arkadaşın olarak memnunum bu durumdan!

***


Yeni yılı son yıllarda edindiğim yeni arkadaşlarımla karşılamıştım. Yenilerdi ama bir önceki yılı da onlarla karşılamıştık. Bir önceki yılda yaşadığım en güzel ve en zor günlerde yanımda olan insanlardı onlar. Hala yeni arkadaşlarımın olmasına da yeni arkadaşlarımla da zamana ve vefaya dayalı değerler yaratabiliyor olmama şükrederek ve eğlenerek başladım, şimdi geriye dönüp baktığımda kötü anmayacağıma emin olduğum bu yıla. 

Yılın ilk şehir dışı etkinliği pek sevdiğim memleketim Adana'da idi. 40'larımdan 50'lerime giden yoldaki koşuşturmalarda hayatıma karışan koşu ile ilgili bir etkinlik vardı memleketimde. Başladığı gibi güzel gideceğine dair işaretler vermeye başlayıvermişti bile 2023..

Bu sene de Ocak'a denk gelen doğum günümü ilk defa "lan bir önceki de geçip gitti" diye değil de, "vay be, bunu da görebildik" diye karşılıyor olduğum için kendim organize edip kutlamaya karar verdim. Pek şahane bir gün oldu. Hediye gelen kaşkolların bazıları ile hala ısınıyorum. 

Şubat başında enteresan bir gecede, hayatımda ilk defa intihar fikrini, "evreka" diyerek karşıladım. Fikrin kafamdan gitmesi 3 gün sürdü. Koşu sayesinde o ana kadar gördüğüm en güzel yerler o 3 güne denk geldi. Fikir kafamdan gittiğinde yerinde kocaman bir deprem vardı. Hayat da tıp dilinde konuşuyordu ve "sikerler senin derdini" dedi bana. 

Hiç tanımadığım insanlara yardım ederek onlardan dua almak depremden önce nasip olmamış mıydı, yoksa daha önce de olmuştu da hafızam mı hatırlamaya yetmiyordu, hatırlamıyordum, çünkü hafızam gerçekten yetersizdi. 

Her sene hevesle beklediğim Portakal Çiçeği Karnavalı bu sene de deprem nedeniyle iptal edilmişti. Bir şeyin son gördüğüm versiyonun o olabileceğinin, ve bunun nedeninin sadece ben olmayabileceğimi, şehirlerin de hatta zamanların da ölebileceğini öğrendim. 

Belçika'da dünyanın bir başka yerindeki bir yeri yeniden görebilmeyi deneyimledim, Bled gölünü yeniden görebilme ümidim arttı. 

Eski dostluğun hakkaten çok değerli olduğunu, yeni dostlukların kıskanmak yerine sabırsızlıkla buna gıpta etmesi gerektiğini öğrendim.  

Yine bir koşu vesilesiyle Avustaryalara gittim, dünyanın dünyamızdan ibaret olmadığını hatırladım. 

Gönlüm, bir gönül bir olunca da samanlık seyran olur diyordu artık. Yetiyorum kendime sanıyordum. Sadece beyin değil, kalp de şizofren olabilir dedi tıpçılar, Latince yerine halk dilini seçip, mal mısın olum sen demediler, sağ olsunlar. 

Beynimin iyi kötü hatırlayabildiklerini de unutturuverdi sonra birden gönlüm, bir başına mücadeleden kurtuluverince. 


Yazlar geldi, güzler geçti... Her günüyle hayatın ne güzel olduğunu, iyi ki kaldığımı anlattı bana hasılı. 


Yeni yılın şerefe gününde güzel bir konsere gittim. İlhan Şeşen'in şimdiye kadar niye hakkını vererek daha çok dinlememiş olduğum için hayıflandığım Vedat Sakman'la söylediği şarkılardan oluşan. 

Benim de bu sene yeni şarkılarım, hatta klibim falan olmuştu ama arefe gününde de geç kalma telaşı ile Vedat Sakman açtım ve meftun olduğum şarkısı şu oldu:


https://www.youtube.com/watch?v=uNO0jKFUzDQ&feature=youtu.be

21 Haziran 2023 Çarşamba

Bir Böbreğin Seyahatnamesi

Nur içinde yatsın diye bir ölü muamelesi yaparak mı başlasam, yoksa Allah yolunu açık etsin diye bir seyyah muamelesi mi yapsam kendisine tam olarak bilmiyorum. Ama başlığı atmış bulunduk bir kere işte. 

Yaklaşık bir yıl önce terk edip ayrıldı benden bir böbreğim. Galiba sağdaki. Bana göre mi sağ, karşımdakine göre mi  bilmiyorum inanın ki. 

Bugüne kadar iki kişi sordu, hangisi alındı diye. Soruların ilkine ben alındım; ne fark eder, sana ne zaten diye.  İkincisinde ben de merak ettim. Zira ikinciyi soran kişi bir hekimdi. Ne var ki epey zaman geçmişti. Gerçekten de 0,5 uçlu kalem narinliğindeki hafızam yetmiyordu hangisi olduğunu hatırlamaya. Önemi var mı hangisi olduğunun dedim. Olmaz mı, biri dişil enerji diğeri eril falan gibi bir şeyler söyledi. Namaste görüşüz hocam deyip usulca ayrıldım yogalog doktorun yanından. 

Ya kusura bakmayın, pat diye orta yerinden girdim mevzuya. Baştan anlatayım:

Geçen yıl bu zamanlar sağlık sigortasının verdiği sağlık kontrolü hakkı ziyan olmasın diye gittiğim bir dizi doktordan biri, senin bir böbreğinde tümör var, onu almamız lazım dedi. Ama telaş etme, tek böbrekle de hayat konforun değişmeden yaşarsın diye de ekledi hemen. 

Ben niyeyse, hani koltuk değneğine ihtiyaç duymadan aksayarak yürümek, ya da ne bileyim, takma dişe gerek kalmadan ağzının bir tarafıyla yemek yiyebilmek falan gibi bir şey düşünmüştüm bunu duyunca.

Doktorun bu teşhisinden operasyon sonrası sürece kadar geçen günlerde sürekli bir yakınımın yakınının da tek böbrekle yaşadığını duymaya başladım. Bu kadar çok tanıdığımın tanıdığı olup da bir tane bile tanıdığımın olmamasına takılmadım çok. 

Ben hiç birine onda hangisi yok diye sormadım. Şu anda nerede diye de sormadım. Tek sorduğum şey, kaç yıl yaşadıkları idi. 

Genel kültür seviyem, kim milyoner olmak ister yarışmasında 3. soruya kadar yettiği için, organların fonksiyonlarından böbreğinkini de bilmiyordum. Hala da bilmiyorum. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp diye bilenler varsa, bilmemek yanlış bilmekten daha iyidir derim onlara. Öğrenmemek niye ayıp olsun hem kardeşim! %50 merraktan gelmiyor mu insanın başına ne gelirse? Ayıpsa da değilse de, ısrarla öğrenmiyorum hala, ne işe yarıyor diye. Diyaliz falan ne onu da bilmiyorum. (Bak şimdi buraya yazdım diye, Google reklamını, tanıtımını falan çıkarmaz inşallah karşıma.) Ama her ne işe yarıyorsa artık, bir seneden beri duyduğum tüm ölümler onun yetmezliğinden oluyor anasını satayım. Buna da algıda sıçıcılık diyorlar bilimsel olarak sanırım. 

Neyse ben hastaneden taburcu olup eve geldiğimde, sağıma mı dönmemem gerekir, yoksa soluma mı diye düşünüp, yanlışlıkla ikisine döndüğümde de hiç bir şey olmadığını fark edip, acaba felç oldum da ondan mı hiç bir şey hissetmiyorum sorularını geçip, normal hayatıma dönmek üzereyken, Ankara'da yaşayan ve sinir tanımayan doktorlar olarak bilinen kuzenlerim arayıp, senin o böbreği yolla da bir de biz bakalım dediler. Arkadaş kötüymüş işte dedim, olsun dediler. O kadar kötü değilse geri mi koyacaksınız, daha da kötüyse daha da mı alacaksınız falan diye sorduğum sorulara ikna edici hiç bir cevap veremedikleri için, ikna oldum onlara. Hayır diyememe gücüne bir etkisi olmadığını da bu vesileyle öğrenmiş oldum böbreğin. 

Geri gittik hastaneye, bizim bir böbreğ-i şerif olacaktı, onu bir de Hacettepe Üniversitesinde ziyarete açmak istiyoruz dedik, inancımıza saygı gösterip bir teslim tesellüm tutanağı ile verdiler elimize. Ama dediler güneşte falan bırakmayın, erir. 

Eşşoleşekler bu kadar çabuk eriyorsa niye karnıyarık yaptınız beni, kendim yatar güneşe, yok olana kadar eritirdim demedim. Tıp dünyasına gıcıktım çünkü o aralar, bu mucize çözümüm ile destek olmak istemedim. 

Aldık geldik eve. Bir iki hafta öncesine kadar yıllarca ferah fezah üç beş birayı soğutmak dışında bir iş yapmamış olan, ve fakat o anda, teyzemin bana, kardeşimin kızına, annemin misafirlere yaptığı hazırlıklarla dolu buzdolabımın kapısına,  iş çıkışı metrobüse binmeye çalışan bir gariban gibi geldi dayandı bizimki. Kimse kendisine bulaşmak istemediği için, içeri girmeyi başarınca genişçe bir yer buluverdi hemen kendisine. 

Gelin görün ki dolap bu kadarını kaldıramadı. Ertesi gün gelen servis, abi çok yüklenmişsiniz, bir gün fişini çekin, bir şeyi kalmaz dedi. Geçici bir süre için de olsa onun da içindekilerin alınması gerekiyordu sağlığına kavuşabilmesi için. 

Biz yiyebileceklerimizi hızlıca yiyip, diğerlerini çöpe attık. 

Çift böbrekli seviyormuş ki demek, birinci böbreğimden hemen sonra hayatımdan çıkan ikinci şey olan eski sevgilimin, bir gün beraber yeriz diye buzluğa bıraktığı etleri, annemin bir sevgilin olursa beraber yersiniz diye koyduğu mantılarla köfteleri ve bizim malum arkadaşı yanımıza alıp, yazları yaylalara göçen atalarımız gibi düştük yollara, kardeşim Okşan'la. Hemen arka sokağımdaki şarküteri iyi bir alternatif gibi geldi. Dükkan sahibi yardımcı olabileceğini söyledi. Lakin bizim bıraktığımız şeylerin, yerine hemen yandaki kasaptan yenilerinin alınabilecek şeyler olmadığını, iyi saklanması gerektiğini ifade etmemiz gerekiyordu. Bunu ifade ederken de tabu oynuyor gibi ne bıraktığımızı söylemememiz gerektiğini düşündük, dükkan sahibi rahatsız olabilir diye. Öyle davrandık. Kardeşim Okşan'ın yaratıcı bir yazar olduğunu belirteyim tam yeri gelmişken. 

Okşan'ın çok satan bu ilk hikayesinden sonra, Bergama tulumları ile manda kaymakları arasında, kritik ve güvenli bir yere saklandı bizim emanetler. 

Ertesi gün de yola çıktı arkadaş. İçindeki kötülüğün başına hiç bir iyilik gelmeden sağ salim vardı Ankara'ya.

Ben de kalanlarla kontrole gittim dün.

Güneş balçıkla sıvanmıyor tabii, bir şekilde öğrenmiş onlar da çözümü. Şunu söylemekle yetindi doktorum:

İçini serin tut, yeter!

13 Haziran 2022 Pazartesi

Kanseri Yenemedim, Aşka da Yenilmedim

Yenemedim, çünkü savaşmadık. Bir bıçak soktu bana, kaçtı gitti. Yüzünü bile görmedim. Giderken neler aldı tam da bilmiyorum.

Ben zaten bugüne kadar kimseyle savaşmadım. Kimseyle kavga etmedim. Orta okuldayken koluma "'mınçıka" ile vurup kaçmıştı bir çocuk sadece, onun "hoşlandığı kız“ benimle "konuştuğum kız" oldu diye.

Eski karımla davalarımız var tabi asıl bir de. Patoloji sonuçlarıma hastanede değil de adliyede bakılsa, illiyet bağı kurulurdu belki de aralarında.

Neyse işte kanseri yenemedim neticede. O beni öldürmek istememiş. Vermek istediği kadar zararı verdi, gitti.

Bu blogun son yazılarından birini ilk stüdyo kaydı şarkılarımın yayınından duyduğum heyacanı, mutluluğu unutmayayım diye yazmıştım. Bu yazıyı niye yazıyorum, şu anda bilmiyorum. Kaç cümle sonra bitecek, nereye bağlanacak hiç bir fikrim yok. Ama yazmak istedim. Hatta istek de değil belki, öyle gerektiğini hissettim.

6 Mayıs 2022 cuma günüydü. Adana'dan İzmir'e geliyordum. Birkaç sene aradan sonra arabam olmuştu. Üstelik son zamanlarda almayı düşündüğüm arabalardan epey iyiydi. Sen bu ev sahibi olma işini de kafana takma diye oturduğu evin tapusunu da üstüme yapmıştı ailem. "Siz bana kaç yıl hediye ettiniz biliyor musunuz, ben bunları almak için ömrümün kaç yılını harcamak zorunda kalacaktım kim bilir" diyerek teşekkür etmiştim onlara... Arabamın direksiyonunda ben, bagajındaki çantada da tapum vardı. Bunlar yetişkin olduğumdan beri toplumun yapmam gerektiği konusunda beni ikna ettiği, benim de bir şekilde yapamadığım işlerdi. Bir mucize olmuştu ve bir anda aradan çıkmışlardı. Artık beni ikna eden o toplumun hiç bir ferdi, daha evin, araban bile yok böyle her akşam dışarılarda gezme diyemeyecekti. Beter olsunlardı.

Yetişkin beyaz yakalı adamın aradan çıkardığı sorunun değil, 14-15 yaşlarındaki delikanlı Uygar'ın o an gerçekleşen hayalinin heyecanındaydım asıl ben: teyipte sevdiğim kadının benim için doldurduğu "karışık kaset" çalıyordu.
Son şarkısı, benim Darmadağın şarkım olan bir spotfy listesi yapmıştı yol boyunca dinleyeyim diye bana bir kadın.  Benim için en özel hediyeydi bu. Şimdiye kadar yapmamış olanlara verdiğim değere acıdım bak şimdi. O gün nereden baksan 12 günlük falan sevgiliydik. Bunun 10 günü ayrı geçmişti ama neticede 12 gün olmuştu bile. En son ne zaman mutluluktan ağladığımı hatırlamaya çalıştım yüzümdeki ıslaklığı fark eder etmez, yetmedi hafızam. Arayıp şunları dedim: "Ya bu Allah beni başkasıyla karıştırıyor, ya da çok şahane bir nazar gelecek..“

Ne kadar heyecanlandığımı anlatmaya utandım bak şimdi de. Bu kadarı anlatır ya da hatırlatır belki.. Yetsin.

10 Mayıs salı günü, Raziye'nin ısrarıyla aldığımız check-up randevumuz vardı.
Ultrasound'da bir şeyler görmüşler..
MR çektir dediler. Çok oralı olmadım.

13 Mayıs cuma akşamı idi, ilhan'la Kemal'in yerinde otururken MR sonucu geldi. PET çekti̇r yazıyordu sonunda. Onu okuyunca işlerin kötüye gittiğini anladım. İlhan'ın yüzüne bakınca emin oldum.

Kanser olduğumu, yani kötü olduğumu ama ne kadar kötü olduğumun henüz belli olmadığını anlamıştım bu olanlardan. Ailene söylemelisin bunu dedi ilhan. Ben Okşan'a söyledim, o ablama söylemiş...

Meyhanede ağlayarak biraz daha rakı içtim. Sonra biraz da barda ağlayarak bira içtim. Yok yok, biraz değil, epey içtim. Yıllar yıllar sonra ilk defa bir de sigara içtim.

Ertesi gün doktorla görüştüğümde bunlardan ölmezsin dedi. Fakat ben doktordan eve geldiğimde zihnimde vasiyet düzenliyordum. "Müzik setini Merdo'ya vereyim, çağlamayı Umut'a.. Fötrleri de Bülent abiye bırakırım, o önce gitse bana bırakacaktı zira..." Sonra güldüm kendime, çulsuz halimle bile kaç dakika sürmüştü bu iş. Yarın ölecek değildim ya üstelik. Daha bana da lazım olacak bunlar diye kapattım bu faslı. Sonra saçlarım döküldüğünde şapka ve gözlüğü zaten kullanıyor olmam avantajlı olacak diye bir güzel teselli ettim kendimi. İyi ki çocuğum yok, iyi ki yemiş içmiş gezmişim falan diye kendimi gazlarken konuştukça sıkıldım mı, aydınlandım mı ne oldu.. Bırak Uygar akışa, zaten müdahale etme şansın yok dedim. Evi topladım, çarşafı, nevresimi değiştirdim, attım kendimi dışarı. Öylece kapandı konu. Ölüm cebimdeydi. Gerisi vız gelirdi.

Sonrası harala gürele.. iki gün şeker yeme, pet'e gir, 3 gün içki içme kolonoskopiye gir, onun sonucunu bekle, anneme nasıl söylenecek, babam duysa ne yapar derken 2 hafta sonra, 24 Mayıs'ta ameliyat olmuştum bile.

"Böbreği tamamen aldık" dediklerini duymuştum, uyanmamdan kaç saat ya da dakika öncesiydi, hatta rüya mıydı bilmiyorum. Bacağı kesilen Nesilcan geldi aklıma o anda. (ismi değil ama, onu günlerce sonra hatırladım.) Acaba nasıl uyanacaktım. Bir tarafım çukur mu olacaktı, ne hissedecektim.. Bunları merak etmem gerekiyordu muhtemelen. Etmiyordum. Aynaya ilk baktığımda karnımdaki yarık tahiminimin 3 katı falan çıktı. 3 saniye sürdü şaşkınlığım. Ve sadece şaşkınlık hissettim. "Karnıyarık ne acımasız bir isimmiş, ben artık imambayıldıcı olacağım" diye kendime yaptığım telkinler çok daha uzun sürdü.

Hızlı bir iyileşme süreci oldu. Şu maymundan insana geçişi gösteren bir  görsel var ya, o hızda kamburluğum geçti ve normal yürümeye başladım birkaç gün içinde.

Karnını açtık aynen geri kapattık deseler inanırım. Öyle tuhaf bir hissizlik var.

Hani bir sürü şey keşfedip, hayatları değişenler oluyor ya. Ben o kadar da şey keşfetmedim sanki. Eski hatalarımın çoğunu gene olsa gene yapmamayı başaramam galiba.

Çoğu şey zaten bildiğim, ama bu kadar hissetmediğim şeylerdi.

Bir sürü gelenler, arayanlar oldu.. Sevildiğini görmek güzeldi mesela. Ama annemi daha çok seven vardı, onun telefonu hiç susmuyordu. Annenin öyle sevildiğini görmek çok şahane değildi o an.

Kanser olmak, aklıma gelmeyenin başıma gelmesi değildi. Çok gelirdi aklıma, çok korkardım. 2016 yılındaki bir Facebook paylaşımımda, "ölmekten değil ama kanser olmaktan korkuyorum" yazmışım hatta. Zaten bildiğim olmayan, ilk kez yüzleştigim en önemli şey ise bu olmuştu işte: O kadar korkacak bir şey yoktu. Oyun bitiyordu. Zor olanı sevenlerin yaşıyordu. Buna da yapabileceğin hiçbir şey yoktu. Çaresizliğin de bir çeşit özgürlük olduğunu gördüm.

Geçmiş olsun demek, o anında insanların yanında mümkünse fiziken durmak çok kıymetli imiş. Bunu da biliyordum mesela, ama böylesine hissetmemiştim. Gelebileceği halde gelmeyen, daha sık, daha sıcak bir şekilde arayabilecekken aramayanlar oldu. Onların bana diğerlerine göre daha az kıymet verdiğini düşünmedim hiç. Onların adına üzüldüm, bu bilgiden, görgüden yoksun oldukları için. Yok yok onlar adına değil, kendi adıma üzüldüm gene. Bilselerdi de böyle yapmasalardı.


Bir de şu oldu zaten bilip bu kadar hissetmediğim: ayrılıktan zor bellememek gerekiyormuş gerçekten ölümü.

16 Şubat 2021 Salı

1 kitap okudum, hayatım değişti!

Kendi hayatıma dair sebep sonuç ilişkilerini çözemediğim tek değilse de en önemli meselelerden biri sigara meselesiydi.


Sanırım o zaman da kısmen farkındaydım, şimdi eminim: annemle ilgiliydi sadece. Şundan emin değilim ama: belki de hala öyle.

Ben epey başlarda kabullenmiştim, annemin sigara ile ilgili saplantısı bir mutasyonla bende de devam ediyordu. Oysa annem sigaraya bilimsel saiklerle karşı çıktığını sanıyor hâlâ.

İlk mağdur babamdı. Babam mağduriyetinin sebebine bir isim aramış mıdır bilmiyorum. Arasa baskı derdi olsa olsa. Bizim hanım sıyırmış kafayı demezdi.
Babam annemden gizli sigara içerdi.
Ben de babamı annemden gizli bir şeyler yaparken gördüğümde bir günaha tanıklık ediyor gibi olurdum.

Kardeşim Okşan'ı sigara içerken ilk gördüğümde bir tokat atmıştım ona. Eşek kadardım ha. Olur öyle şeyler o zamanlar denecek yaşta falan değil. Öyle bir hastalıklı durum.

Buraya içini birazdan dolduracağım bir parantez açıp kapatayım.

Sonraları ben de başladım sigaraya. Sigaranın nasıl da bırakılabilir bir şey olduğunu gösterecektim insanlara. Her bırakabildiğimde henüz başlayamamış olduğumu düşünüyordum. Sonunda bırakamayacak kadar başlayabilmiştim.

Sigara içmiyor olsaydım muhtemelen şimdi Adana'da yaşıyor olurdum. Sigarayı bırakamayacaktım, annemden gizli sigara içmeyi de o yaştaki kendime yediremezdim. Buldum gurbette bir ekmek kendime, sigara altı yapacak.

O zamanlardan yıllar sonra, şimdilerden de yıllar önce sigarayı bıraktım. Annem bana bizim bütçeler için adına harçlık denemeyecek miktarda yüklü bir para verdi sigarayı bıraktığımı duyunca. Hem ödül olarak, hem de teminat olarak. Geri başlarsan iki katını alırım dedi. :)

İlk kahvaltıdan sonra sigara içmeyip ikincide içmeyince, ilk kahvenin, ilk rakının yanında, ilk keyfin, ilk öfkenin sonrasında içmeyip ikincilerinde de içmeyince sigarayı bırakmış oluyorsun.

Neyse işte, deminki parantezin boş içini doldurmaya döneyim.

Üniversitedeki kız arkadaşım da sigaraya başlamıştı. Lambadan Alaaddin'in cininin çıkmasını ve ondan üç defa onun sigara içmemesini dilemeyi istiyordum. Şimdiki aklım olsa, cine "annemi sen kurtar, ben kendimi kurtarırım bu saplantıdan" derdim. Ama ne lamba, ne de cin vardı işte...

Ben o Alaaddin'in cinini bulamayınca kuzenim Çağlar beni psikolog Kadir'e götürdü. Hani şu ece ajandasını veren Çağla vardı ya (yazıları okumayanları böyle de yoklarım bak!) onun kocası işte.

Kadir bana dedi ki, Doğan Cüceloğlu  diye bir adam var. Onun Savaşçı kitabını al oku.
Ben o kitabı okuyunca hayatım değişti.
Belki başka kitap okusam gene değişirdi ama ben onu okumuştum işte. Artık entellektüel bir adamdım(!) Sigara meselesi hallolmamıştı ama en azından bu konuda farkındalığım vardı.
Okuduğun şey hayatını değiştirmiyorsa hiç okuma arkadaş. Hayatının değişmesi için de bir kitap okuman gerekiyordu, duymuştum. Ben de okumuştum işte.

Yıllar sonra bir kitap daha okudum. Hayatım geri değişti. Eski haline döndü.

Ben Savaşçı'yı üniversitede okumuştum, sonrasında okuduğum kitabı Mış Gibi Yaşamlar'ı avukat olduğumda okudum. Savaşçı'daki kahraman Arif Bey'in hayal mahsulü olduğunu ikinci kitapta fark etmiştim.  Sonra da mail atmıştım, kendimi mal gibi hissettim, ayıp olmuyor mu minvalinde... Cevap vermişti: o kadar da gerizekalı okuyucularımızın olacağını düşünmemiş olmamız hata, haklısınız manasına gelecek şekilde.

Doğan Cüceloğlu ölmüş bugün. Ölümü annesinin yokluğu ile anlattığı bir videosuyla uğurluyor herkes onu.

Alırım bir dal. 

20 Ocak 2021 Çarşamba

Seni pişirmek güzel şey, ümitli şey...

"Ben artık ekmek yemek değil,

Ekmek yapmak istiyorum..." 

diyerek kapanmıştık evlere. 

Maslow'un ihtiyaç pramidinin en altına ramazan pidesini serdik, bir üstteki güvenlik ihtiyacı için de maskeyi taktık ağzımıza. 
Derken yaz geldi... 

İkinci sezon en üstteki "kendini gerçekleştirme" katından başladı direkt. 
Herkes saha etrafındaki ısınma koşullarını tamamlamış, oyuna alınmayı bekliyor. Öyle ki, bir an evvel oyuna başlamak istiyor, aksi takdirde maça girmeden yorulmuş olmaktan korkuyor çoğu. 

Efendim bendeniz ağustos böceği gibi sazla sözle geçirdim ilk yarıyı, devre arasında da kah hiç müzik yapmayan, kah 9'a kadar yapan, kah 12'ye kadar yapan, sonra hiç yapamayan yerlere gidip geldim. 

Karınca hep tam buğday taşıdı durdu. 

O geldi bizim kapıya, abi bir türkü de ben dinlesem olmaz mı diye. "Git yavrum, La Fontaine okusun sana türküyü" deyip terslemedik onu da, açtık bir bira oturttuk.
Biz de aynı şeyi başka türlü yük ediyormuşuz gibi hissettirdik ona da. 

Bu sırada karantina orkestrası'na da daha yakın bir yere konuşlanmış olduk, hoparlörün tam altında. Hem doğrudan bize vurmuyor gürültü hem de 4k görüntü. 

Salih Korkut Peker beni uzaktan kendi evimin içindeki çağlama ile tanıştırdı. Sonra derslere Kelimelik üzerinden devam ettik, orada da güzel dersler verdi bana. 
Son olarak solo albümünü Denize Dik'ti. Ben bittim. 
Spotify geldi bizzat sordu, abi 12 ay boyunca en çok dinlediğin albüm nasıl 10. ayda çıkan albüm oluyor diye. 

Umut Özensoy'la gitar dersi adı altında tavuk kanat partileri yaptık. Kanadı öğrendik. Doğada var bu gerçek... 

Merdo'nun sadece programlarını değil verdiği araları da dinlemeye gitmeye başladık Ertan Erfidan sayesinde. 

Bara değil de meyhaneye gidelim dediğimiz günlerde polis canlı müzik yapılmayan yerlerde de canlı müzik yassak diyerek barcının elinden bağlamayı meyhanede aldı. 

Mertcan'ın Otuza Dek şarkısının heyecanını ilk üç ay biz de destekledik. Merdo'nun yaşı 31'e gelmeden yayınlanan klip vesilesiyle de iki tek daha içtik. 

Hatta bir rivayete göre çağdaş avukatlar grubunun çadır kampında da iki tek(!) içmişiz. Öncesinde de hep beraber şarkılar söylemişiz. 

--- 

İlk ne zaman istedim bir müzik kaydım olsun diye hatırlamıyorum ama en son o hiç hatırlamadığım gece olsun istedim diye hatırlıyorum. 

Galiba ilk kez üniversitedeyken Gürkan'dan istemiştim, abi bana bir kayıt alsak da bir kasetim olsa diye. Olur tabi dedi, hep. 

Avukatlığımın ilk yıllarında Gökhan'a dedim, abi bana bir kayıt alsak da bir cd'i olsa diye. Olur ama bir ekipmanı yenilemem lazım o zaman alalım dedi. 

Bir gün Armağan abi acıdı söyledi, oğlum Barış'a söyleyeyim de o bari sana bir kayıt alsın da bir plağın olsun diye.. 

Son dönemde yeri geldikçe Onur'a diyordum, bana bir kayıt alsak da bir mp3'üm olsun diye. Yeri de epey sık denk geliyordu: örneğin Onur içişleri başkanlığının genelgelerinden birindeki cümleleri ögelerine ayırmak için benden destek istediğinde "Sayın" gizli özne burada diye mütalaa verirken, ya aslında bana bir kayıt alsak nasıl olur diyordum.
Dede Bar'a gittiğimde biranın yanında bir şey alır mısın dediklerinde varsa bir kuple kaydınızı alırım diyordum. Laf oraya geliyordu yani, ben ne yapayım. 

Ben tam 1500. kez Onur'a ya bana bir kayıt mı alsak diyecektim ki, bir baktım o bana teklif edecek artık. Sustum hemen, ona bıraktım bu onuru. 
Ben yanlış anlamışım, başka bir genelgenin ne kadar saçma olduğunu öğrenmek istiyormuş. Çok saçmaydı. 
1501. kez tesadüfen laf yine oraya geldiğinde, Onur neden olmasın abi, seve seve yaparız dedi. Yalnız abi o silahı bir indirsen mi ya, değer mi bir waw dosyası için, dedi. 

Baktım çok hevesli, sıcağı sıcağına başlayalım dedim. Hiç vakit kaybetmeden kararlaştırdığımız günden sonraki 11. gün buluştuk. 

(Facebook anı olarak önceki yıllarda yaptığım paylaşımları gösteriyor. Kinayelerin inceliğini hissediyorum ama yazıyı neye binaen yazmışım anlamıyorum. Bu yazı da öyle olmasın diye burada kinayelerime son veriyor, illa da kinaye olsun diyen okuyucuyu Facebook sayfama davet ediyorum.) 

Evet bana göre biraz fazlaca talepte bulundum Onur'dan. İki sebepten ısrarcı olmak zül geliyordu bana: Sürekli profesyonel insanlarla çalışan birisi için benim gibi amatör birine vakit ayırmak çile olabilirdi. Öte yandan da yaşım vs sebebiyle, hayır demek istediğinde hayır demekte zorluk çekebilirdi. Böyle ince düşünüyordum ama inceliği düşünmem yeterdi, hayata geçirmem şart değildi o kadar da. Yılbaşında 4 gün sokağa çıkma yasağı vardı. Zaten de 4 gün evde vakit geçirmek benim için olmasa bile vakit için zor olabilirdi. Onur'a o dört gün için planı olup olmadığını sordum. 

Yeni yıldan bir beklentim olmaya başlamıştı sözleştiğimiz gün itibariyle. 

iki güne bir plan geçerli değil mi Onur diye soruyordum. 

Gün geldi çattı, günlerdir hazırladığım valizimi aldım çıktım. 

O sırada Merdo aradı, abi biz Onur ile komşuyuz, sokağa çıkma yasaklarında ekmek almaya gider gibi gidip gelebilecek mesafedeyiz, bu akşam yılbaşını birlikte geçirelim sonra geçersiniz.. 

Ben önce eşyalarımı Onur'un evine bıraktım, sınıfta kendine yer tutan öğrencinin sıraya defter koyması gibi. 

Onur'la Merdo'nun evine doğru yürümeye başladık. İlk bakkalı geçtik, ikinciyi, beşinciyi... Nihayet ilk fırına geldik. Ekmeği bakkaldan almak zorunda değildik ya. Sonra ilk fırını, ikinciyi de geçtik.. Varış noktası hala çok uzaktaydı. 

Yasak günü o mesafede yakalanıp ekmek almaya gidiyorduk diyebilir miyiz diye düşünürken Berkin geldi aklıma. 

1 Ocak'ta öğlene doğru akşamdan kalma bir şekilde girdik Onur'un stüdyosunu da taşıdığı evine. 

Penceresinin bir kanadından denizi diğer kanadından camiyi gören, camiden camiye gelin diye değil de evde kalın diye çağrı yapılan, bana yıllar önce Şenol'un evinde hissettiğim huzuru hatırlatan eve. 

Aman 4 gün boyunca içki alamayız, yolda kalmayalım diye 4 gün için aldığımız biraları akşamdan kalmalığın dalgınlığı ile içmiş bulunmuşuz biz. 

İsim benzerliği, hukuku, yasakları çok da takmayan bir Erdoğan abi varmış orada. Biraz daha bira sipariş ettik Erdoğan abiden. 

Ben kayıt yapmayı çok istiyordum ama neyi kaydedeceğimi hiç düşünmemiştim o güne kadar. Düşündümse de karar vermemiştim. 

O son birayı içtiğimizde Darmadağın çalınmış, söylenmiş, ete kemiğe bürünmüştü. 

24 Ocak'a kadar bu işler biter kendime bir doğum günü hediyesi olur diye düşünüyordum. Yeni yıldan beklentim varsa yaştan da oluversindi. 

Kayıt bitti bitecek bugün. Okşan ve Fethi de görseller için uğraşıyor bir yandan. 

Heyecanlıyım. 
Heyecanımdan, bu heyecan sebebiyle yardım istediğim insanları sıkıştırmaktan utanıyordum. 

Bu heyecanı yaşayanlar dediler ki, sen asıl çıktığında gör o heyecanı. 
Anladım ki utanılası değil unutulmayası bir heyecanmış bu. 

Unutmam, hatırlarım umarım bu hatıramı.
Unutursam da bu yazı fısıldasın. 


31 Aralık 2020 Perşembe

21’li bir şeydi diğ mi o en uzun ece?


1996’yı 97’ye bağlayacak yılbaşını karşılamak için Ankara’ya gitmiştim kuzenim Çağlar’ın yanına. Çağlar o zaman mülkiyeli, ben de dershaneliydim. Belki seneye Ankara’da üniversiteli olacaktım, kim bilir.

Çağlar beni Ankara ile tanıştırırken Çağla isminde bir arkadaşı ile de tanışmıştık. Çağla bana 1993 yılının Ece ajandasını hediye etmişti.

Ben o ajanda ile 97 yılında Ankara Hukuk’a girdim. 2002’de de mezun oldum. Ajanda duruyor hala. %20’si ancak doldurur galiba. Erkan’la derslerde sıkılıp da oynadığımız S.O.S ve adam asmaca oyunları için kullanılmış sayfalar dahil.

2020’ye girerken üniversiteden arkadaşım Fevzi bana yeşil bir Moleskine ajanda hediye etti. Ben cari yıla ait ajandaları sadece kurumsal firmalar hediye eder zannederdim. Ece ajandası dışında da promosyon olmayan ajanda bilmiyordum zaten. Bu ajanda başka bir şekilde elime geçse Moleskine ne markası acaba diye araştırmazdım da belki, ajanda bastırdığına göre kurumsaldır deyip geçerdim.

Fiyatını görünce bir şaşırdım. Fevzi kullanmayacaksan da bir düğünde takarsın birine dedi. Haklıydı.

İpin ucundaki ateşi yaklaşan bir bomba gibi durdu elimde ajanda birkaç gün. Düğünde takılmazdı, bozdurulmazdı da hediye başkasına da hediye edilmezdi. 5-6 yıl önce yine kurumsal bir yerden gelen güzel bir cross kalemim vardı, kullanmadığım. Çıkardım koydum onu da ajandanın yanına. Daha ne zaman kullanacaktım… Alınacak nottan başka eksiğim kalmamıştı artık yeni bir yılı yaşamak için.

6 Ocak’tan 13 Mart’a kadar güzel güzel notlar almışım. Şimdi dönüp bakıyorum da yarısını okuyamıyorum, diğer yarsını da hatırlamıyorum…

Eskilerine benzemeyen, dolayısıyla yeni olan bir yıl, sonrasında başlamış o son notun.

Şimdiye kadar en yoğun çalıştığım günlerle başladı…

En hızlı şekilde en çok kiloyu verdim,

Hiç fark etmeden daha fazlasını alıverdim,

Çalışma hayatımın en uzun izni,

En bol seyahatli tatilini yaptım.

Şimdilerde verdiği nüfus kağıtlarına, düştüğü ölüm kayıtlarına evraktan öte kıymet vermeyen bir nüfus memuru kayıtsızlığında yapıyorum geçiyorum işimi… Mesai dışında hiçbir zaman diliminin başlangıç ya da bitişi önem arz etmiyor benim için.

Birkaç ajanda daha geldi hediye yine. 

Onlara kıyamadım, buraya not düştüm.



7 Kasım 2020 Cumartesi

Kapanmayan yara ile kolay açılanın müsabakası

Andropozdan olduğunu sanmıyorum, zira uzun zamandır vardı bir küpe hevesim. (Görece sonradan peyda olan dövme hevesi ondandır belki, ona söz veremem. )

***

Sokağa çıkma yasakları bitip de henüz diğer yasakların bitmediği dönemde Yedi Uyurlar gibi bambaşka bir dünyaya uyanmıştım.

Dede Bar'a sadece müzik dinlemeye giderdim. Mümkünse yalnız giderdim. Mümkünse kimseyle muhatap olmadan müziği dinlemek isterdim. Oysa şimdi Dede Bar'ın sadece müziği yoktu. Ki öncesinde benim için başka hiç bir şeyi yoktu! Oradaydım ama yine de.. Üstelik eskisinden daha sık galiba.
Herkes bu "abisini" tanıyordu ama ben kimseyi tanımıyordum.

Benim için müziğinden başka şeyi olmayan müziksiz mekanın önünde buluşmaya başlamıştı insanlar, virüsün bir yakınından değil de elden birinden bulaştığına inanıp da oradaki herkesi yakını görmeye başladıkça.

Ben "abileri" olarak onları kardeş olarak değil arkadaş olarak görmeye direniyordum. (Kardeşim Okşan'a karşı da vermiştim o mücadeleyi ama artık büyümüştüm, yeniden deneyebilirdim.)

Kulağı deliksiz, bedeni dövmesiz, sabit gelirli beyaz bir Türk olarak, sofralarında bana yer açan insanların sabrını daha fazla zorlamak zorluyordu beni.

Bir sarhoş nidası olan "Öpüjem"i der gibi, hadi benim kulağı deldirek demeye başlamıştım yeni kankalarıma, o saate kulak delen yer kalmamış olacağına güvenerek. O saatte de açık yerler olacağını bilemeyecek kadar uzaktım mevzuya. Sağ olsunlar demediler onlar da ilk günden, kulak delinen yerlerin 17:30'da kapanan devlet daireleri olmadığını.

O goygoy muhabbetlerinden anlamıştım: kulak deldirmek can yakmayan, ucuz bir işlemdi. Ama anlamak ile tecrübe birbirine eşit değildi.

O gün geldi çattı.

O günü de az bi açam, zira ilerim olursa ileride atıf yaparım muhtemelen bu mevzuya:

Blog'un yıllar önceki bazı yazılarında Sinem olarak anılan kişi, uzun yıllar önce evli olduğum kişidir. Kendisi ile yaklaşık iki yıldır hukuki kılıf içinde bir kavgaya giriştim. Sanırım hayatımdaki ilk kavgam bu. Çocukken bir dayak yemiştim ama bir kavgaya girmediğim içindi o. Çok yordu bu kavga beni. Az daha yorsa kavgaya girdiğime pişman olacağım. O derece...
Neyse işte, az bi açılan bu ikincil konu esasen bir parantezin içinde kalması gerektiğini bilsin.. O kavgada yemeye hazırlıklı olduğum yumruklardan birisini vakitsiz yemiştim.

Gün o, yukarıda bahsi geçen parantez içinde olması gereken gün idi işte.

Yine düşmüştük müziksiz Dede'nin önüne. Promilimi yanıma alıp gelmiştim. Hadi gidek dedim..
Artık kulak delicilerin o saatte de açık olduğunu bildiğimi bilerek bunu söylüyor olmam ciddiye alınmıştı ki ciddiydim gerçekten.

Sadece üç beş dakika içinde kulağımı delmişlerdi. Sadece 70-80 lira gibi bir paraya. Tuvalete gidenlerden daha kısa bir sürede yıllarca yaptıramadığım şeyi yaptırmış olarak dönmüştüm masaya.

Deliğin kapanmaması gerekiyordu; kulağıma küpe olmuştu bu söz.

İşimde gücümde buna engel olacak bir gündem olmaz diye umarak devam ettim hayatıma biraz.

2-3 gün yetecekti. 8-10 gün sonra çıkarmak zorunda kaldım ilk kez. Takamadım geri. Bir küpeciye gittim, o da takamadı. Oradan başka bir küpe daha aldım, onu da takamadılar. Geri ilk delişi yapan yere gittim...

Sonraki çıkarmak zorunda kalışlarımda da yeni küpeler aldım, aynı şeyler oldu falan. (Zorunda kalışlarım ne kadar zorunluluk, o topa giremeyeceğim şimdi, kusura bakmayın lütfen.)

Birkaç gün önce kapanmaz olmuştur artık dedim yaram ve çıkardım küpeyi. Takamadım yine geri. Birkaç küpeciye gittim yaramı kapatmasın, kapanmamış olduğunu tescillesin diye...

Sonuncusu "abi çok şanslı insansın, senin yaraların çabuk iyileşir" dedi. Kapanmaya yakın bu, biraz uğraşmak lazım küpeyi geçirmek için dedi.

O sırada bir çocuk geldi, kulağını deldirdi. 1 dakika bile sürmemişti.

Benim kulağa da yeni delik delsek olur mu dedim. Olur ama istediğin küpe olmaz dedi, tabancaya takılan küpe olur sadece dedi. Benim istediğim küpe yoktu ki zaten. Yaram iyileşmesin, yeniden o gaza gelmeye uğraşmayayım istiyordum sadece.

10—15 saniye sonra yeni bir delik açılmıştı kulağıma ve yeni bir küpe takılmıştı. Borcum nedir dedim, 10 TL dedi...

Bunun için mi bu delik kapanmasın diye telaş yaptım ben günlerdir diyemedim...

*****
Kuzenim Çağlar, sanırım sevmesem de olabileceğini bildiğim halde sevdiğim ilk insandır. Ondan mütevellit, kendi başıma gelmediği halde bir acıyı hissetmeyi de ilk onunla tecrübe etmiştim. Çağlar benim gibi bir çocukken annesi ölmüştü. İnsanın annesinin ölmesi nedir, hâlâ en ufak bir fikrim yok. Ama çok üzülmüştüm o zaman. Üzülmek ne ki, teselli etmeye bile kalkmıştım Çağlar'ı.
--
Birkaç yıl önce Çağlar'ın annesi Hikmet yengemin olduğu bir videoyu izletti Çağlar bana. Onun eline de yenilerde geçmişti video o günlerde. Sesini neyse de yüzünü nasıl da unuttuğumu fark ettim yengemin utanarak. Meğer Çağlar da hissetmiş benzer bir şeyi. O vesileyle anlattı bana:
Annesinin cenazesinde bir kadın Çağlar'a "Allah acını unutturmasın" demiş. Çağlar da uzun süre anlamamış bunun bir beddua değil, iyi dilek olduğunu. Annesini rüyasında görememeye başlayıncaya kadar.

***
Ben ki en sevdiği şarkı sözlerinden birisi "acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir" olan biriyim. Pek bir küpe oldu kulağıma Allah acını unutturmasın sözü de haliyle...

***
Valla kusura bakmayın da...
Şöyle sikindirik bir tüme vardım ben bugün tüm bunlardan:
Kulak dediğin şey pıt diye deliniveriyormuş...
Her kalıcı iz için de o kadar, ya da sandığın kadar acı çekmek şart değilmiş.

İz bırakmak isteyen Allah acı çektirmeden de şaapabiliyor.

***
Biten aşklara sahip çıkmak da o insan için çektiğin acıları anmak gibi değil mi Mihriban? Ayrılıktan zor bellemedik ya ölümü...

***

Belki yeni eski aşklar da olur pıt diye, o kadar da acı çekmeden... Hı?

***

“Müsabaka“ ne ayrıca, yakışıyor mu küpeli bir insana öyle başlık?