Boşuna cin atı dememişler bu iki tekerleklilere. Benim de hiç yıldızım barışmadı kendileriyle.
Bir Küçük Emrah bakışıyla başlayalım hikâyelere:
***
Benden başka mahalledeki tüm çocukların bisikleti vardı. Babam bu işi niye bu kadar öteledi, gerçekten çok pahalı bir şey miydi bisiklet bilmiyordum ama bana bisiklet almıyordu. Tek bahanesi ise, benim bisiklet kullanmayı bilmiyor olmamdı. Bisikletin olmadan bisiklet kullanmayı öğrenmek ise, arkadaşlardan bisiklet istemeyi gerektiriyordu ki; bu, peşlerinden bakmaktan daha zordu. Kaldı ki, kullanmayı bilmiyorsun ki, ne yapacaksın bisikleti sorusunu babam gibi o arkadaşlar da yöneltebilirdi.
Kuzenim Aykut Abiyle, bir gün Yusuf’un pinokyosunu aldık ve bana bisiklet sürmeyi öğretti Aykut Abi. O gün Yusuf’un bisikletini bir duvara çarptım. Aykut Abi bu bisikletin bilyeleri dağılmış dedi… Bisikleti apar topar Yusuf’a verdik ve hızlıca uzaklaştık. Yusuf ertesi gün, siz bu bisikleti bir yere mi çarptınız, diye sorduğunda “hayır” demiştik. Bir gün bu blogu okursa, bunu “işte yakaladım” düşüncesiyle değil, “sonunda itiraf etmiş” düşüncesiyle okumasını dilerim.
***
Ben iyi kötü bisiklet kullanmayı öğrenmiştim ve babama daha fazla ısrarcı olabiliyordum. Annem ablam ve kız kardeşim o tarihlerde Fethiye’de yaşayan kuzenim Hacer Ablanın yanına tatile gideceklerdi. Ben de onlarla gitmek istediğimde, bana bu tatile alternatif olarak, bisiklet sunuldu. Ben de direkt atladım bu alternatife.
Babamla atladık minibüse ve gittik Osmaniye’ye bisiklet almaya. Pinokyo ve BMX gibi bisikletleri babam almak istemiyordu. Zira o bisikletlere en fazla bir ya da iki yıl binebilecektim, sonra küçük gelecekti o bisikletler. Çocukluğumuzda hem tam üstümüze göre hem de yeni bir şeyimiz olmazdı zaten. Seneye de giyilsin diye alınan tüm kıyafetler ve ayakkabılar, yeniyken büyük gelir, üstüne olmaya başlayınca da eski olurdu. Bisiklet de öyle olacaktı. Babam bisan istiyordu ama bisan bisikletlere boyum yetmiyordu. O sebeple, çocuk bisikleti olmayan ve fakat bisan gibi de ortada demiri olmayan bir bisiklet almak gerekiyordu. – Biz ortasında demir olmayan büyük bisiklet diyorduk, çünkü o bisikletlerin adının “kız bisikleti” olduğunu bilmiyorduk. Ya da bunu bana duyurmuyorlardı.- Neticede aradığımız gibi bir bisiklet bulamadık. Mahzun bir şekilde geri dönüyorduk. Babam bu mahzunluğumun biraz azalması içindi sanırım, beni bir kebapçıya götürdü. Orada tam bizim istediğimiz gibi, üstelik millenium grisi (o zaman bu tabir yoktu, yarış bisikleti rengi idi o), kontra pedal hem de vitesli bir bisiklet gördük. Ben böyle bir bisiklet bulabilseydik diye düşünürken, babam öyle bisiklet değil, o bisikleti düşünmüş olacak ki, bisikletin sahibini sordu. Kebapçının çırağının o bisikletini satın aldık.
***
O yaz o bisikletle hevesimi aldım ve sonra o bisiklet de kilerdeki yerini aldı. Aradan bir iki sene geçti, bisiklet yine güncel bir ihtiyaç oldu. Zira artık mahalledeki çocuklarla gezmek için değil, okuldaki kızlarla gezmek için bisiklet lazımdı. Millet pinokyo ve BMX’lerin yerine bisan bisiklet almakla uğraşırken ben babamın öngörüsünün faydasını görerek kilerden çıkardım bisikleti. Ufak bir bakım onarımla yeniden piyasadaydık. İki senedir kilitsiz kilerde duran bisiklet, piyasaya çıktıktan bir iki ay sonra evin önünden çalındı. Yeni bir bisiklet aldırmanın güç olduğunu öğrenmiş olan birisi olarak epey üzülmüştüm. Annem, her işte bir hayır var, belki bisikletinle bir kamyonun altında kalıp, bir kaza geçirip daha kötü şeyler yaşayacaktın diye teselli etti beni. Aradan iki hafta geçmişti, arkadaşım Yusuf İsmet’in bisan bisikletini almıştım, kendisi de arkamda oturuyordu. Bisikletin dümenini bırakmamla düşmemiz bir oldu. (Evet, o kazanın bisikleti kullanırken iki elimi bırakmam sebebiyle olduğunu da itiraf edebilirim artık.) Yerden hafif doğrulduğumda ilk tepkim “hassiktir, pantolonum yırtılmış” olmuştu. Biraz daha doğrulduğumda gördüğüm şeyi algılamam biraz zaman aldı: baldırım öyle bir yarılmış ki, ama kas değil tamamen yağ olduğundan hiç kanamamış da… Bacağıma iki katlı 10-15 dikiş atıldı ve iki hafta evde yattım…
***
Sonrasında bisiklete pek hevesim kalmadı, arabayla gezmeye başlamıştık. O zamanlar Bahçe’de trafik polisi de yoktu. İlk ve tek trafik polisi Ahmet gelene kadar çoluk çocuk rahat gezerdi arabayla. Hatta ortaokuldayken birkaç öğretmenime araba kullanmayı ben öğretmiş, onların derslerinden de hep 10 almıştım.
***
Bu sırada Aykut Abim bir mobilet aldı. Arkadaşım Aslan’ın da bir Peugeot 103 SPX mobileti vardı.
Bu araya şu not da mutlaka sıkıştırılmalı: O zamanlar tüm arabaların arkasında yazılar vardı. Bu yazıların çoğu “börteçine” idi. Kimi arabaların arkası ise İMKB panosu gibiydi: yazılar her gün değişirdi. Aslan’da araba yoktu ama mobilette yazı yazılabilecek boşluklar vardı. O kadar börteçine yazısı arasında, Ahmet Kaya dinlemekten ibaret solculuğumuzla, “kenar mahalleli” yazmıştık mobiletin bir kenarına. Baktık bir şey olmadı, öbür kenarına da Ahmet Kaya’nın bir başka şarkısı yazılabilirdi. “Vakit tamam!” Ama amelelerden farkımızı ortaya koyacağız ya, İngilizcesini yazacaktık. Muhteşem çeviri: “Time Okey”! Aradan bir hafta geçmedi, Bahçe’de onlarca arabanın arkasında “time okey” yazıyor. Sonra birisi gelip sormuştu bana: “gardaş biz de yazdık ama ne demek bu (yazıldığı gibi okuyarak) “tıme okey” ya?”
Neyse, uzatmayalım: Bu vesilelerle yeniden iki tekerleklilere döndük. Aykut’tan bir gün mobileti alıp gezmeye çıktığımda, sınıf arkadaşım Muhammet’i görmüştüm yolda. Gel seni bırakayım okula dedim. O güne kadar mobileti hep tek kullanmıştım, kimseyi taşımamıştım. Zira o gün de taşıyamadım. Motor bir yere, ben bir yere Muhammet bir yere savrulduk. Mobiletin tozlanan yerlerini silip hemen bıraktım evin önüne. Aykut mobileti alıp gitti, 5 dakika sonra geri döndü. Uygar, sen düştün mü bu motorla, direksiyon eğilmiş dedi. (Allahın sopası yok! Yusuf’un bisikletinin direksiyonun bilyeleri dağıldığında çaktırmamayı kendisinden öğrenmiştim.) Cevap hazır: Hayır abi, ne düşmesi!
Bu küçük kazayı Muhammet’ten başka kimse bilmediğinden (gerçi o kazadan kalma bir iz hala durur sağ el bileğimde.) mobilet sevdası çabuk geçmedi. Ta ki bir sabah ağzımın kenarında hissettiğim ıslaklığa kadar! İçtiğim çay ağzımın kenarından akıyordu! Bir yudum daha, yine akıyor. O da ne! ağzımı kapatamıyordum bir türlü. Yüz felci denen bir hastalığın varlığını o gün öğleden sonra hastanede öğrendik. Doktorun ilk sorusu mobilete falan mı biniyorsun sen olmuştu zaten. 15 gün de tuzsuz beslendik iki tekerlek yüzünden ki, bu 15 gün yatmaktan daha zordu. Ağzımızı toparladık çok şükür ama.
Bu büyük motorlarda vites var, debriyaj var… Aykut araba kullanmayı bilmediğinden motosikleti de kullanamıyor. Ben araba kullanmayı bildiğim için, debriyajın frenin nasıl kullanıldığını biliyorum ama bu motora boyum yetişmiyor. Neticede motosiklet kullanmayı ben öğrettim Aykut’a. Bu hocalığın karşılığı olarak da istediğim zaman motora binme hakkım vardı. Motora boyum yetişmediği için, beni Aykut bindiriyor, ben kızların olduğu yerlerde geziyorum geliyorum, Aykut motoru tutuyor ve ben iniyorum. Allah muhafaza durmam gerekse, sıçtım. Motoru durduğum anda düşmekten başka çarem yok.
Jawa macerasını kazasız belasız atlattık. Artık sadece arabayla geziyorum. İki tekerlilerden kurtuldum. Desem de....
***
O günlerde manavda çalışıyorum. Akşam manavdan çıktım eve doğru yürüyorum. Eve giderken yazlıkçı olan eski kırıklarımdan birisiyle karşılaştık. Eve giderken şu hesabı yaptım: eve gidip bir şekilde arabayı alırsam, o kız gideceği yere varmadan yetişirim, bir kere daha görürüm... Daha önemlisi görünürüm. Bu hesapla eve koştura koştura gittim. Evdekiler sofraya oturmuş. Ben de “çalışan bir çocuk” olduğumdan şefkat had safhada… Çok da acıktım diyerek, ajitasyonu artırıp ilk kaşık yemeğimi yiyorum. Sonra birden kalkıp "ya ben dükkanın yedek anahtarını vermeyi unuttum, bir koşu gidip geleyim de sonra yerim" diyorum… Babam kıyamıyor tabi: Arabayla git oğlum.
Planın ilk adımı tamam. Yetiştim, gördüm, göründüm… Madem öyle bu taşla ikinci kuşu da vurayım, öbür mahalledeki kızın evin önünden de geçeyim… Bir yandan bunu düşünüp sola dönmeye hazırlanırken bir yandan da dikiz aynasından kız bakıyor mu diye kontrol ederken bir gümbürtü! Motosikletin biri bindirdi arabanın sol kapısına. Motosikleti süren de bizim akranımız. O 8/8 kusurlu ama ikimizde de ehliyet yok… Babama arabaya motor çaptı dedim, o da canın sağolsun dedi. Ertesi gün arabayı görünce, motor derken traktörü mü kastettin oğlum dedi, ama kızmadı sağ olsun…
***
Yatılı okulda okuyorum, hafta sonu eğlencesi arabayla gezinmece. Biz daha tenhaları tercih ederiz gezinmek için ama bir cesaret girdik bir düğün konvoyuna… Baktık konvoy anayola doğru gidiyor, bizi aşar… Yavaştan sağa yanaşıp konvoydan ayrılmak istiyoruz. Direksiyonu sağa kırmamla o tanıdık gümbürtüyü duymam bir oldu. Ama bu sefer bize çarpmamışlardı. Dikiz aynasından bize çarpmamak için otobüs durağına çarpmış ve darmadağın olmuş mobileti gördük.
Doğruca evin önünde gittik. Önce motor kaputunu açıp motora soğuk su döktük. Sonra arabaya brandasını örttük. Sonra evin damına çıktık… Kurduk okey masasını… Hemen bir tabela tuttuk. Tabelaya göre oyun 40’tan düşüyor ve bitmesine iki el kalmış. Yani bizi bulsalar, “ne alakası var kardeşim, biz sabahtan beri burada okey oynuyoruz” dememize gerek bile yok…
Süperleyin... :)
YanıtlaSil