Yarın sabah alarm çalacak ve başlayacak rüyalı, kabuslu uyku yeniden.
Oysa önceki günlerin gerçek, pandemi günlerinin bir kabus olduğunu düşünüyordum başlarda. Sonraları ise kabus değil, bir rüya olduğunu sanmaya başlamıştım.
Alarm denen şey, kötü sonuçlardan korunmak için var. Arabanız çalınmasın, yemeğiniz fırında yanmasın falan diye.
Alarm kurmadan uyumak ise uyanma vaktinizle herhangi bir kötü sonuç arasında hiç bir bağın olmaması demek.
Bundan başka kabus nasıl olabilir ki, gözünüzü açtığınız anda, sırf gözünüzü açtığınız anın o an olması sebebiyle bir sürü kötü sonuçla karşılaşabiliyorsunuz daha günün başında.
Doğru zamanda uyanmak için alarmı kurdunuz diyelim, doğru zamanda acıkmak için, doğru zamanda tuvaletinizin gelmesi için ne yapacaksınız acaba? Ne ilginç değil mi, annelerimizi bez değiştirmekten kurtarmak için başladığımız eğitim sürecinde master seviyesine kadar gelmiştik hiç fark etmeden? Umarım yabancı bir dil gibi nankör değil de, bisiklete binmek gibi hatırlanan bir şeydir de zorluk çekmeyiz yarın.
Hiç bir engel yokken, demek ki istemediğimiz için okumadığımız kitapları, yapmadığımız sporları, sanki bir engel var da ondan yapamıyoruz sanmaya başlayacağız yeniden, üzerimize çöken bir karabasan gibi.
Telefonla, videoyla görüşürken 5-10 dakika sohbet edemediğimiz arkadaşlarımızla 4-5 saat oturup, saatlerce sohbet ettik diyeceğiz sonunda da kendimize yeniden. Tüm gece sürdüğü sanılan 3-5 saniyelik rüyalar gibi.
Eskiden olanlara dönüşe yeni normal diye isim koydular bir de. Eskiyi yeniyi bilemem de, normal demek normal mi gerçekten bunlara?
Bu gece uyanıklığımdan gözümün en apaçık olduğu saatlerde bir o yana bir bu yana sallaya sallaya sarsmaya başlayacaklar beni, uyuyayım diye.
Uyuyacağım elbette, büyüyeceğim de.
31 Mayıs 2020 Pazar
22 Mayıs 2020 Cuma
Susturan ses, karartan ampul
Hani Vizontele'de Deli Emin televizyonu duyunca "radyonun resimlisidir, şerefsizim benim aklıma gelmişti!" der ya... İşte öyle bilimsel şeyler pek gelmedi benim aklıma aslında.
En çok hayranlık duyduğum icat, elektrikli battaniye olmuştu benim. En çok onun mucidine dua ettim sanırım hayatımda.
"Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama sen, öldüğünün farkında değilsin" diyor ya hani bir başka filmde de. Farkındaydım ben. (Zaten de Issız Adam henüz çekilmemişti o zaman. Havuçlu keki de Issız Adam değil, sadece Elife Teyze güzel yapardı. Annemin tarif defterinde "Elife'nin keki" diye yazardı o, havuçlu kek diye değil.) Uyumak tatlı gelirdi ama o yatağa girişin tatlı bir uykuya değil, donarak ölüşe gideceğini sanarak o tatlı uykudan kaçmaya çalıştığımız yıllardaydı elektrikli battaniyenin tek odasında soba yanan evlerimize girişi.
O sıcak karşılayış sizi ölüme de götürürse götürsündü. Ayağımı yorganıma göre uzatırsam şayet, ayaklarımın bir kısmı yatağın soğuğuna denk gelirdi. Cenin pozisyonu almak sizi depremden ne kadar korur bilemem ama beni elektrikli battaniyenin sıcak kollarına sığdırırdı.
Dua ederek uyurdum çocukken hep. Yok yok, az sonra donarak öleceğim diye son dileklerimi sıraladığım dualarım olmazdı onlar. Gerçekten birilerinin iyiliği için olacağını sandığım ama bana huzur verdiğinden emin olduğum dualardı. İçinde yaşamayanlardan peygamberin, Atarürk'ün ve dedemin geçtiği dualarıma en içten şekilde, hayatta olup olmadığını bilmediğim elektrikli battaniyenin mucidini de ekledim. (Ne ölmüş olacaktı ki, olsa olsa gelecekten olabilirdi gerçi o.)
----
Uzaya gidenlerle bilgisayarı icat edenler neyse de, elektrikli battaniyeyi icat edebilen bilim insanları başka şeyleri de yapabilirdi. Bunu fark etmiştim.
Benim bilim insanlarından tek beklentim olan, gelecekteki hayatımda olmasını hayal ettiğim, yapılabileceğine inandığım tek şey (tek deyip duruyorum ama çift olarak düşündüm onları hep, bir çift çorabın sağ teki ile sol teki gibi.) (Bilal sen okuyorsan ikinci örnek de vereyim: iki eldivenin her bir teki gibi) sessizlik sesi ve siyah ışıktı. Teybe bir kaset koyacaksın, teybin sesini ne kadar açarsan ortamdaki sesi o kadar soğuracak. Öyle ki sonuna kadar açarsan o kaset varken teybin sesini, odadaki iki kişi birbirini duyamayacak.
Bir de siyah ampul olacak, sonuna kadar açınca zifiri karanlık olacak her yer.
----
6-7 yıl önce bir güneş gözlüğü beğendim. Hiç ihtiyacım yoktu ama pek de beğenmiştim. Onu beğendikten ama henüz almadıktan sonra bir yurt dışı seyahatim olmuştu. (Bir yurt dışı diyorum ama birden çok yurdun dışı idi.) (Bilal sen hala buradaysan: bir diş fırçası derken, 32 dişin birden fırçasının ifade ediliği gibi de düşünebilirsin sen.) Her geçtiğimiz ülkede sordum zaten ihtiyacım olmayan o gözlüğü bari daha ucuz bulur muyum diye. Bulamadım. Dönünce aldım. Bir de numaralı cam yaptırdım ona, bozuk gözüme göre. Fakat orijinal camının dışarıyı gösterdiği renkleri o kadar beğendim ki, gözlüğü kendi camıyla kullanmaya karar verdim. Yaptırdığım numaralı camlar ziyan olmasın diye de ne yazık ki resim değil çerçeve aradım o sıra.
----
Okşan ziyaretime gelmişti yanıma. Civardaki en sevdiğim yerleri hızlıca göstermek istiyordum ona. Buralara ilk geldiğimden beri hasbelkader girdiğim Gülbahçe-Karaburun yolu sadece bu civarın değil, memleketin en sevdiğim yeri, yanı olmuştu benim için. (hâlâ da öyledir) Okşan'ı da o yoldan geçirmek, Karaburun'a götürmek istedim. Ben bir yandan o virajlı yolda araba kullanırken, bir yandan da manzaraya bakıyordum göz ucuyla. Ne kadar güzel değil mi, bembeyaz köpük, masmavi deniz, yemyeşil ağaçlar falan diye ben içimdeki coşkuya destek arıyorum. Sağda oturup manzaraya doya doya bakabilen Okşan ise "hıı, gerçekten güzelmiş abi" diyor. İçten içe, lan bu tepki için buralara gelmeye ne gerek vardı, Mavişehir'in bataklığında da der bunu Ankara'dan gelen biri diyordum.
Ben bir ara terleyip gözlüğü çıkardım. O sırada Okşan alıp taktı gözlüğü. Allah belanı versin abi, bana niye baştan göstermedin bu manzarayı dedi. İyi ki bu parkuru seçmişim rehber olarak diyebildim sonunda neyse ki. Bonus olarak gözlüğü de gereksiz yere almamla ilgili vicdan azabım son buldu. Yetmezmiş gibi, olaylara başkasının gözüyle bakmak ile ifade edilmeye çalışan şey hakkında da bir fikrim, tahminim oldu.
----
Pandemi öncesinde bizler ofislerimizde çalışırken, masa başı işi olmayan birileri de İzmir'in en yüksek binasını dikmek için çalışıyorlardı, bizim ofisin hemen yanı başında. Benim beyaz yakama toz gelmiyordu o mavi yakalıların çalışmalarından ama sesleri sıkıyordu canımı. O seslere bir çare ararken öğrendim:
Bulmuş Deli Eminler "o"nu, adını da televizyon değil "noise cancelling" koymuşlar. Dışarıdaki gürültünün frekansını dinleyip aksi yönde frekans üreten bir teknolojiyle donatılmış kulaklıklar varmış. Müthiş gerçekten. Düğmeye basıyorsun, duymak istemediğin her ses yok oluyor. Hatta duyduğunu fark etmediğin, susunca duymamak istediğini fark ettiklerini de.
----
Erol Evgin'in bir konserini dinliyorum şimdi yeni kulaklığımla, hayranlıkla. Sahnede kaç ayrı kişi görüyorsam o kadar ayrı ses duyuyorum.
Bu güzellikten mahrum kalmasın sevdiklerim diye paylaşayazdım videoyu. O an aklıma geldi, kulağımdaki kulaklık, denizin köpüğünü kloraklanmış gibi beyaz gösteren gözlüğüm gibi bir şeydi, sonra üç beş "layk" bile gelmeyince zoruma gidecekti.
Neyse ben sefamı süreyim. İyi ki almışım kulaklığı da.
Darısı çorabın diğer tekine. Panjuru indirmeden odayı karartan ampul de icat edilir belki.
Hâlâ gitmediyse bu arkadaş atlayabilir şimdi hemen, babamın partisi var ya diye. Şakacı çocuk.
Benim dediğim karanlığı gerçekten vadeden ve sadece odaları karartan bir ampul. 💡
En çok hayranlık duyduğum icat, elektrikli battaniye olmuştu benim. En çok onun mucidine dua ettim sanırım hayatımda.
"Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama sen, öldüğünün farkında değilsin" diyor ya hani bir başka filmde de. Farkındaydım ben. (Zaten de Issız Adam henüz çekilmemişti o zaman. Havuçlu keki de Issız Adam değil, sadece Elife Teyze güzel yapardı. Annemin tarif defterinde "Elife'nin keki" diye yazardı o, havuçlu kek diye değil.) Uyumak tatlı gelirdi ama o yatağa girişin tatlı bir uykuya değil, donarak ölüşe gideceğini sanarak o tatlı uykudan kaçmaya çalıştığımız yıllardaydı elektrikli battaniyenin tek odasında soba yanan evlerimize girişi.
O sıcak karşılayış sizi ölüme de götürürse götürsündü. Ayağımı yorganıma göre uzatırsam şayet, ayaklarımın bir kısmı yatağın soğuğuna denk gelirdi. Cenin pozisyonu almak sizi depremden ne kadar korur bilemem ama beni elektrikli battaniyenin sıcak kollarına sığdırırdı.
Dua ederek uyurdum çocukken hep. Yok yok, az sonra donarak öleceğim diye son dileklerimi sıraladığım dualarım olmazdı onlar. Gerçekten birilerinin iyiliği için olacağını sandığım ama bana huzur verdiğinden emin olduğum dualardı. İçinde yaşamayanlardan peygamberin, Atarürk'ün ve dedemin geçtiği dualarıma en içten şekilde, hayatta olup olmadığını bilmediğim elektrikli battaniyenin mucidini de ekledim. (Ne ölmüş olacaktı ki, olsa olsa gelecekten olabilirdi gerçi o.)
----
Uzaya gidenlerle bilgisayarı icat edenler neyse de, elektrikli battaniyeyi icat edebilen bilim insanları başka şeyleri de yapabilirdi. Bunu fark etmiştim.
Benim bilim insanlarından tek beklentim olan, gelecekteki hayatımda olmasını hayal ettiğim, yapılabileceğine inandığım tek şey (tek deyip duruyorum ama çift olarak düşündüm onları hep, bir çift çorabın sağ teki ile sol teki gibi.) (Bilal sen okuyorsan ikinci örnek de vereyim: iki eldivenin her bir teki gibi) sessizlik sesi ve siyah ışıktı. Teybe bir kaset koyacaksın, teybin sesini ne kadar açarsan ortamdaki sesi o kadar soğuracak. Öyle ki sonuna kadar açarsan o kaset varken teybin sesini, odadaki iki kişi birbirini duyamayacak.
Bir de siyah ampul olacak, sonuna kadar açınca zifiri karanlık olacak her yer.
----
6-7 yıl önce bir güneş gözlüğü beğendim. Hiç ihtiyacım yoktu ama pek de beğenmiştim. Onu beğendikten ama henüz almadıktan sonra bir yurt dışı seyahatim olmuştu. (Bir yurt dışı diyorum ama birden çok yurdun dışı idi.) (Bilal sen hala buradaysan: bir diş fırçası derken, 32 dişin birden fırçasının ifade ediliği gibi de düşünebilirsin sen.) Her geçtiğimiz ülkede sordum zaten ihtiyacım olmayan o gözlüğü bari daha ucuz bulur muyum diye. Bulamadım. Dönünce aldım. Bir de numaralı cam yaptırdım ona, bozuk gözüme göre. Fakat orijinal camının dışarıyı gösterdiği renkleri o kadar beğendim ki, gözlüğü kendi camıyla kullanmaya karar verdim. Yaptırdığım numaralı camlar ziyan olmasın diye de ne yazık ki resim değil çerçeve aradım o sıra.
----
Okşan ziyaretime gelmişti yanıma. Civardaki en sevdiğim yerleri hızlıca göstermek istiyordum ona. Buralara ilk geldiğimden beri hasbelkader girdiğim Gülbahçe-Karaburun yolu sadece bu civarın değil, memleketin en sevdiğim yeri, yanı olmuştu benim için. (hâlâ da öyledir) Okşan'ı da o yoldan geçirmek, Karaburun'a götürmek istedim. Ben bir yandan o virajlı yolda araba kullanırken, bir yandan da manzaraya bakıyordum göz ucuyla. Ne kadar güzel değil mi, bembeyaz köpük, masmavi deniz, yemyeşil ağaçlar falan diye ben içimdeki coşkuya destek arıyorum. Sağda oturup manzaraya doya doya bakabilen Okşan ise "hıı, gerçekten güzelmiş abi" diyor. İçten içe, lan bu tepki için buralara gelmeye ne gerek vardı, Mavişehir'in bataklığında da der bunu Ankara'dan gelen biri diyordum.
Ben bir ara terleyip gözlüğü çıkardım. O sırada Okşan alıp taktı gözlüğü. Allah belanı versin abi, bana niye baştan göstermedin bu manzarayı dedi. İyi ki bu parkuru seçmişim rehber olarak diyebildim sonunda neyse ki. Bonus olarak gözlüğü de gereksiz yere almamla ilgili vicdan azabım son buldu. Yetmezmiş gibi, olaylara başkasının gözüyle bakmak ile ifade edilmeye çalışan şey hakkında da bir fikrim, tahminim oldu.
----
Pandemi öncesinde bizler ofislerimizde çalışırken, masa başı işi olmayan birileri de İzmir'in en yüksek binasını dikmek için çalışıyorlardı, bizim ofisin hemen yanı başında. Benim beyaz yakama toz gelmiyordu o mavi yakalıların çalışmalarından ama sesleri sıkıyordu canımı. O seslere bir çare ararken öğrendim:
Bulmuş Deli Eminler "o"nu, adını da televizyon değil "noise cancelling" koymuşlar. Dışarıdaki gürültünün frekansını dinleyip aksi yönde frekans üreten bir teknolojiyle donatılmış kulaklıklar varmış. Müthiş gerçekten. Düğmeye basıyorsun, duymak istemediğin her ses yok oluyor. Hatta duyduğunu fark etmediğin, susunca duymamak istediğini fark ettiklerini de.
----
Erol Evgin'in bir konserini dinliyorum şimdi yeni kulaklığımla, hayranlıkla. Sahnede kaç ayrı kişi görüyorsam o kadar ayrı ses duyuyorum.
Bu güzellikten mahrum kalmasın sevdiklerim diye paylaşayazdım videoyu. O an aklıma geldi, kulağımdaki kulaklık, denizin köpüğünü kloraklanmış gibi beyaz gösteren gözlüğüm gibi bir şeydi, sonra üç beş "layk" bile gelmeyince zoruma gidecekti.
Neyse ben sefamı süreyim. İyi ki almışım kulaklığı da.
Darısı çorabın diğer tekine. Panjuru indirmeden odayı karartan ampul de icat edilir belki.
Hâlâ gitmediyse bu arkadaş atlayabilir şimdi hemen, babamın partisi var ya diye. Şakacı çocuk.
Benim dediğim karanlığı gerçekten vadeden ve sadece odaları karartan bir ampul. 💡
15 Mayıs 2020 Cuma
fındık kabuğundan gemiler yapmak...
Kaç sene öncesine dair olduğunu şimdi hesaplayamadığım tespitime dair 10 sene önce yazdığım yazı, kendi iç yolculuğumda önemli bir yol tabelasıydı benim için. Sonraki yıllarda olsa, yollarda bir tabela değil, navigasyonda bir uyarı olurdu belki. Olurdu ama bir deniz feneri yine de bana.
Hikaye yine pisboğazlığıma bağlanacak ama yapacak bir şey yok. Genetik kodum bozuk. Şimdi bana anlattırmayın ölmüş gitmiş Yaşar dayımın yemiş gitmiş olduğu yemekler için yürümüş gitmiş olduğu yolları falan.
Ben sonraları o kravatı "sorunlu" buldum. O neyse, o kravatın kendi sorunu.
Ama ben de kendimi o kravatta buldum. Ondan zaten, kravatın kendini bir yazıyla ebediyete intikal ettirebilmesi.
İnsanın rengi belli olmalıydı, bulunduğu ortama göre içindeki renklerden o renginin ortaya çıkması bir kaypaklık mı, kolpa mı, takiye mi, adını şimdi düşünüp bulamadığım, o dönem ise eminim adlandırmakla hiç uğraşmadığım bir "sorun"du.
Ben kimim, neyi severim, neyi savunurum. Bunu dert ettim kendime epey yıllar.
Üniversitedeki yıllarımda politik açıdan sürmüştü örneğin bu dert.
Yahu öbür taraf da şu açıdan haklı değil mi ama diye düşününce, renkliden ziyade lekeli bir kravat gibi hissediyordum kendimi.
Neyse...
------
Sonralarda bir ara da fark ettim ki, pek "karışık" yiyorum.
Kaşarlı pide canım çekiyor ama kıymalıda da aklım kalacak, ver siparişi: kaşarlı kıymalı.
Beyin çorbası istiyorum ama masadakiler tuzlama, işkembe falan söylüyor kendinden emin, yapıştır: bol beyinli karışık.
Bu "farkındalıkla" bir mücadeleye giriştim uzunca süre. Ya kıymalı, ya kaşarlı söyleyecektim. Kişiliği oturmuş bir birey olmak bunu gerektirirdi.
Pideden, çorabadan soğudumdu yeminle.
Soğuk çorba ne kadar çekilmez bir şeyse, çorbaya soğuk olmak da o kadar çekilmez bir şeydir a dostlar. Vedat Milor sizleri esirgesin o virüsten.
Saldım kendimi sonra, niye var kardeşim bu menülerde bu karışıklar, herkesin mi kafası karışık yani diyerek.
.....
Gelişimimi tamamlamakta aceleci davranmayıp maymun kalsaydım, hayvanat bahçelerinin en popüleri olurdum.
Kaç puntoyla uyarı yazarlarsa yazsınlar, öyle bir mutluluk reaksiyonu verirdim ki bana kabuklu yemiş atanlara, kendilerini alıkoyamazlardı atıvermekten kuruyemişleri. Düşkünüm maymundan ziyade ayı gibi kuruyemişe. (İzmirlilerin gevrek gibi hassas olduğu bir hikaye bu da, yemiş değil he: çerez!)
Medeniyet, kabuklu kuruyemişlerin kabuksuz formlarının icadı, refah onlara erişebilmek, eşitlik ise herkesin erişebilmesidir benim için.
Çerezler içinde favorim uzunca yıllar bademdi. Kabuksuz kavrulmuş bademi ilk görmem ve tatmam, 90'lı yılların başıydı. Bir yılbaşında ilçemizdeki banka müdürünün evine davetliydik. O akşam Yonca Evcimik çıkacaktı. Badem daha önce çıkmıştı, gölgede kalmıştı Yonca benim için.
Büyüyüp kendi başıma çerez alabildiğim zamanlarda da hep "karışık" çerez aldım, ama badem de koydurdum.
Hayatımın bu son döneminde, (belki de bu, son dönemidir zaten, kim bilir) tuzlu kavrulmuş kabuksuz fındığa taktım(!). Karmaşıklığı azalmış karışık çerezlerime, ona erişme imkanım varsa ondan da koyduruyor(d)um mutlaka. En son birkaç haftadır ise sadece kabuksuz çifte kavrulmuş tuzlu fındık almak için maske falan takıp çıkıyorum evden.
Bu sabah da çıktım. Ne yapıyorum ben, iyice takıntılı oldum deyip, almayıp döndüm.
Akşamüstü tekrar çıktım. Karar vererek değil ama, kararının arkasında duramayarak.
Demin son fındığı yerken terkar düşündüm de: olmuşum işte tek renk kravat, daha niye leke arıyorum ki kendimde!
Hikaye yine pisboğazlığıma bağlanacak ama yapacak bir şey yok. Genetik kodum bozuk. Şimdi bana anlattırmayın ölmüş gitmiş Yaşar dayımın yemiş gitmiş olduğu yemekler için yürümüş gitmiş olduğu yolları falan.
Ben sonraları o kravatı "sorunlu" buldum. O neyse, o kravatın kendi sorunu.
Ama ben de kendimi o kravatta buldum. Ondan zaten, kravatın kendini bir yazıyla ebediyete intikal ettirebilmesi.
İnsanın rengi belli olmalıydı, bulunduğu ortama göre içindeki renklerden o renginin ortaya çıkması bir kaypaklık mı, kolpa mı, takiye mi, adını şimdi düşünüp bulamadığım, o dönem ise eminim adlandırmakla hiç uğraşmadığım bir "sorun"du.
Ben kimim, neyi severim, neyi savunurum. Bunu dert ettim kendime epey yıllar.
Üniversitedeki yıllarımda politik açıdan sürmüştü örneğin bu dert.
Yahu öbür taraf da şu açıdan haklı değil mi ama diye düşününce, renkliden ziyade lekeli bir kravat gibi hissediyordum kendimi.
Neyse...
------
Sonralarda bir ara da fark ettim ki, pek "karışık" yiyorum.
Kaşarlı pide canım çekiyor ama kıymalıda da aklım kalacak, ver siparişi: kaşarlı kıymalı.
Beyin çorbası istiyorum ama masadakiler tuzlama, işkembe falan söylüyor kendinden emin, yapıştır: bol beyinli karışık.
Bu "farkındalıkla" bir mücadeleye giriştim uzunca süre. Ya kıymalı, ya kaşarlı söyleyecektim. Kişiliği oturmuş bir birey olmak bunu gerektirirdi.
Pideden, çorabadan soğudumdu yeminle.
Soğuk çorba ne kadar çekilmez bir şeyse, çorbaya soğuk olmak da o kadar çekilmez bir şeydir a dostlar. Vedat Milor sizleri esirgesin o virüsten.
Saldım kendimi sonra, niye var kardeşim bu menülerde bu karışıklar, herkesin mi kafası karışık yani diyerek.
.....
Gelişimimi tamamlamakta aceleci davranmayıp maymun kalsaydım, hayvanat bahçelerinin en popüleri olurdum.
Kaç puntoyla uyarı yazarlarsa yazsınlar, öyle bir mutluluk reaksiyonu verirdim ki bana kabuklu yemiş atanlara, kendilerini alıkoyamazlardı atıvermekten kuruyemişleri. Düşkünüm maymundan ziyade ayı gibi kuruyemişe. (İzmirlilerin gevrek gibi hassas olduğu bir hikaye bu da, yemiş değil he: çerez!)
Medeniyet, kabuklu kuruyemişlerin kabuksuz formlarının icadı, refah onlara erişebilmek, eşitlik ise herkesin erişebilmesidir benim için.
Çerezler içinde favorim uzunca yıllar bademdi. Kabuksuz kavrulmuş bademi ilk görmem ve tatmam, 90'lı yılların başıydı. Bir yılbaşında ilçemizdeki banka müdürünün evine davetliydik. O akşam Yonca Evcimik çıkacaktı. Badem daha önce çıkmıştı, gölgede kalmıştı Yonca benim için.
Büyüyüp kendi başıma çerez alabildiğim zamanlarda da hep "karışık" çerez aldım, ama badem de koydurdum.
Hayatımın bu son döneminde, (belki de bu, son dönemidir zaten, kim bilir) tuzlu kavrulmuş kabuksuz fındığa taktım(!). Karmaşıklığı azalmış karışık çerezlerime, ona erişme imkanım varsa ondan da koyduruyor(d)um mutlaka. En son birkaç haftadır ise sadece kabuksuz çifte kavrulmuş tuzlu fındık almak için maske falan takıp çıkıyorum evden.
Bu sabah da çıktım. Ne yapıyorum ben, iyice takıntılı oldum deyip, almayıp döndüm.
Akşamüstü tekrar çıktım. Karar vererek değil ama, kararının arkasında duramayarak.
Demin son fındığı yerken terkar düşündüm de: olmuşum işte tek renk kravat, daha niye leke arıyorum ki kendimde!
5 Mayıs 2020 Salı
Kemiksiz düğmeye ilik nakli
Böyle kaypaklık desen kaypaklık değil, kaypaklık değil desen öyle de değil durumlar var.
İbrahim kimdir bilmiyorum.
Ne düşünür, neyin mücadelesini verir, gerçekten bilmiyorum mesela. Trendtopic #hashtag'ten ibaret bir fikrim var hakkında.
Ölüme gitmekten vazgeçti bugün. Onun bu kararı almasına sebep olan kararı alanlara dair hiç sempati duymadan, ölüme giden yoldan dönmesine empati duyup mutlu olduk.
Biliyoruz halbuki, ölümlerin çoğuyla buluşmanın vesilesi onun bize gelmesi zaten, bizim ona gitme kararlılığımız değil.
Akan bir nehirde nehrin akış yönünde kulaç atmaktan vazgeçmesi sevindiğimiz.
Sevinçlerimizin üzümlerini şarap yapıp içelim, hüzünlerimizin bağcısına orantısız güç kullanmayalım biz yine de.
Bir de 100 kişi ölmediler diye öldüklerine sevindiğimiz 60 kişi var.
Hiç bilmiyoruz ne 60'ını, ne de 40'ını. Bir PowerPoint yansısındaki rakamdan ibaret haklarındaki fikrimiz.
Dünküler kadar ölmediler diye ölenlere, dünkü kadar ölüme gitmiyor diye kalanlara bakarak tutunduk bugün de yaşama.
Fikri'mizin terzisi böyle ilik açtı dünkü karamızdan bugünkü Deniz'imize.
İbrahim kimdir bilmiyorum.
Ne düşünür, neyin mücadelesini verir, gerçekten bilmiyorum mesela. Trendtopic #hashtag'ten ibaret bir fikrim var hakkında.
Ölüme gitmekten vazgeçti bugün. Onun bu kararı almasına sebep olan kararı alanlara dair hiç sempati duymadan, ölüme giden yoldan dönmesine empati duyup mutlu olduk.
Biliyoruz halbuki, ölümlerin çoğuyla buluşmanın vesilesi onun bize gelmesi zaten, bizim ona gitme kararlılığımız değil.
Akan bir nehirde nehrin akış yönünde kulaç atmaktan vazgeçmesi sevindiğimiz.
Sevinçlerimizin üzümlerini şarap yapıp içelim, hüzünlerimizin bağcısına orantısız güç kullanmayalım biz yine de.
Bir de 100 kişi ölmediler diye öldüklerine sevindiğimiz 60 kişi var.
Hiç bilmiyoruz ne 60'ını, ne de 40'ını. Bir PowerPoint yansısındaki rakamdan ibaret haklarındaki fikrimiz.
Dünküler kadar ölmediler diye ölenlere, dünkü kadar ölüme gitmiyor diye kalanlara bakarak tutunduk bugün de yaşama.
Fikri'mizin terzisi böyle ilik açtı dünkü karamızdan bugünkü Deniz'imize.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)