http://www.youtube.com/watch?v=oFfp4ObDfY8
11 yıl olmuş Ahmet Kaya öleli.
Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, ilkokulun ilk yıllarıydı sanırım.
Babamın adaşı, amcamın oğlunun Osmaniye Orman İşletme Müdürlüğündeki lojmanında bir kış günüydü. Ahmet Abi'nin adaşı, babamın adaşının kardeşi kuzenim kasetçalarda dinletmişti bize Ahmet Kaya diye bir şarkıcıyı...
"Ben bişey anlamazdım, kapağını seyreder duymazdım" diyor ya, "bir acayip adam"da... Ben de anlamazdım, dinlerdim.
Para ödeyerek aldığım ilk kasedi, "Şarkılarım Dağlara"ydı sanırım. Satın aldığım ilk cd ise "Beni Bul". En kötü albümü de Beni Bul'dur benim için.
Ahmet Kaya hakkındaki tek bilgim, albüm kartonetlerinde yazılanlardan edindiğim bilgilerdi. O bilgilerden, Ahmet Kaya'yı Ahmet Kaya yapan ilk ismin Osman İşmen, ikincisinin ise Yusuf Hayaloğlu olduğuna kanaat getirmiştim. Sonrasında ise, bu isimleri isim yapanın Ahmet Kaya olduğunu gördük, bu isimlerin diğer çalışmalarıyla.
Hayatımın hiç bir döneminde siyaseti, politikayı bilmedim. Ama Ahmet Kaya'nın siyasi bir figür olamayacağını, esasen hiç bir sözüne itibar edilmeyeceğini, sözleri kadar davranışlarının da çelişkilerle dolu olduğunu bizzat gözlemleyebildim. Örneğin, Kanal D'de yayınlanan ve Salih Güngör'ün konuk olduğu Ahmet Abi'nin Vapuru programında "Mercedesine aslanlar gibi bindiğini" de; Ateş Hattı'nda Ercan Saatçi ile tartışırken "hiç bir zaman mercedes kullanmadığını, kapıdaki arabasının da skoda olduğunu" da bizzat kulaklarımla duymuş bir takipçsiydim kendisinin.
Jetpa olaylarına girmiyorum hiç.
Siyaset üstü bir sanatçı olduğunu ise kimse inkar edemez. Politik şarkılar söylediği bilinen fakat herkesçe dinlenen ikinci bir şarkıcı olmamıştır bu memlekette.
"Dağdakiyle kışladakinin tek ortak noktası, her ikisinin de Ahmet Kaya dinliyor olması" demişti, doğuda askerlik yapan bir arkadaşım.
Öldüğündeki haber bültenlerinde 3-5 dakika bile haber olamamıştı. Daha doğrusu ne götleri yemişti, ne de ne diyeceklerini bilemişlerdi o zamanki "enkırmenlerimiz". Ve o zaman salt bu sebeple, takip ettiklerimden hakkıyla "Ahmet Kaya öldü" haberi yapan, Ahmet Hakan'ın sunduğu Kanal 7 haberlerini izlemeye başlamıştım.
Bunların hepsi neyse de, taziye telefonu almıştım öldüğünde...
16 Kasım 2011 Çarşamba
31 Ekim 2011 Pazartesi
Acı çekmek özgürlükse, tutsağız kimimiz de...
99 depreminden benim çıkardığım sonuç, "deprem değil, bina öldürür" olmadı.
Ben o depremi "izlerken" şunu farkettim ve bir tek o kazındı aklıma:
"Bazen acı çekmek de lüks olabilirmiş."
Ölen evladına mı, karısına, anasına, babasına mı yansın?
Bundan sonra ne iş yapacağını mı, nerede yaşayacağını mı kara kara düşünsün?
Enkazdan sağ çıkan kızına mı mutlu olsun?
O kızını nasıl bir hayat beklediğini, ona nasıl bakacağını düşünüp, az sonra meme istediğinde ne yapacağının kaygısını mı çeksin?
Hala yaşadığına inandığı oğlu kurtarılsın diye mi çırpınsın?
O haldeki bir insan ne hisseder ki diye düşündüğümde, bazı ölümlere üzülebilmenin bile lüks olabileceğiyle yüzleşmiştim.
...
Van depreminde ise, üzülebilmeye imrendim. Televizyonda haber izlerken zaten dirilenden haberdar olmuyorduk ki hiç. Hep birileri ölüyor haberlerde. Ve ölenlerinin sayısının çok olması, bende bir şey ifade etmiyor. Ben hiç çekmediğimden, hep böyle faraziyeler üzerine konuşuyorum ama: benim babam ölse, o anda on kişinin daha babasının ölmüş olması nesini değiştirirdi ki benim acımın?
Beni zaten ölüm haberi, görüntüsü değil; ölümün acısının haberi, görüntüsü mahvetmştir hep.
Ve ilk defa ölüm acısıyla ağlıyor olmayanın resmi ağlattı beni hüngür hüngür.
Ben o depremi "izlerken" şunu farkettim ve bir tek o kazındı aklıma:
"Bazen acı çekmek de lüks olabilirmiş."
Ölen evladına mı, karısına, anasına, babasına mı yansın?
Bundan sonra ne iş yapacağını mı, nerede yaşayacağını mı kara kara düşünsün?
Enkazdan sağ çıkan kızına mı mutlu olsun?
O kızını nasıl bir hayat beklediğini, ona nasıl bakacağını düşünüp, az sonra meme istediğinde ne yapacağının kaygısını mı çeksin?
Hala yaşadığına inandığı oğlu kurtarılsın diye mi çırpınsın?
O haldeki bir insan ne hisseder ki diye düşündüğümde, bazı ölümlere üzülebilmenin bile lüks olabileceğiyle yüzleşmiştim.
...
Van depreminde ise, üzülebilmeye imrendim. Televizyonda haber izlerken zaten dirilenden haberdar olmuyorduk ki hiç. Hep birileri ölüyor haberlerde. Ve ölenlerinin sayısının çok olması, bende bir şey ifade etmiyor. Ben hiç çekmediğimden, hep böyle faraziyeler üzerine konuşuyorum ama: benim babam ölse, o anda on kişinin daha babasının ölmüş olması nesini değiştirirdi ki benim acımın?
Beni zaten ölüm haberi, görüntüsü değil; ölümün acısının haberi, görüntüsü mahvetmştir hep.
Ve ilk defa ölüm acısıyla ağlıyor olmayanın resmi ağlattı beni hüngür hüngür.
4 Ağustos 2011 Perşembe
Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin.
Oruç diye bir ibadeti olan dinde, böyle bir dileğin olması ne ilginç degil mi?
Bu, olsa olsa "Allah orucu kaldırsın" şeklinde doğrudan Allah'a yönelik bir dua, temenni olabilir. Ya da bir öneri...
Kitabın yeni baskısının olacağını düşünmek de çok tehlikeli tabi, unutmamak lazım!
Ben de tırsmasam, böyle bir öneride bulunabilirim aslında...
En azından bizim insanımızın bu şekilde terbiye edilemeyeceğine dair birçok referans var. "Aç doymam sanır; tok acıkmam sanır” ve benzeri ne çok atasözü var kimbilir...
Bir çin atası da şu sözü etmiş: "akıllı insan tecrübelerinden ders alır, çok akıllı insan ise başkalarının tecrübelerinden ders alır!"
Bu sözün mefhumu muhalifinden çıkan anlam şudur: Akılsız kendi tecrübesinden de ders almaz.
Ben de o akılsızlardanım:
Ben oruç tuttuğumda, çaresizlikten aç kalanlarla hiç empati kuramadım.
Oruçluyken, ertesi gün kesinlikle oruç tutmayacağım, diye söz verirdim kendi kendime... Ama iftar vakti gelip de karnım doyunca, değil başkasının açlığını, kendi açlığımı bile unuturdum! Ve ertesi gün yine aynı...
Artık tecrübelerimden ders aldığım da sanılmasın: günler çok uzun...
Bu, olsa olsa "Allah orucu kaldırsın" şeklinde doğrudan Allah'a yönelik bir dua, temenni olabilir. Ya da bir öneri...
Kitabın yeni baskısının olacağını düşünmek de çok tehlikeli tabi, unutmamak lazım!
Ben de tırsmasam, böyle bir öneride bulunabilirim aslında...
En azından bizim insanımızın bu şekilde terbiye edilemeyeceğine dair birçok referans var. "Aç doymam sanır; tok acıkmam sanır” ve benzeri ne çok atasözü var kimbilir...
Bir çin atası da şu sözü etmiş: "akıllı insan tecrübelerinden ders alır, çok akıllı insan ise başkalarının tecrübelerinden ders alır!"
Bu sözün mefhumu muhalifinden çıkan anlam şudur: Akılsız kendi tecrübesinden de ders almaz.
Ben de o akılsızlardanım:
Ben oruç tuttuğumda, çaresizlikten aç kalanlarla hiç empati kuramadım.
Oruçluyken, ertesi gün kesinlikle oruç tutmayacağım, diye söz verirdim kendi kendime... Ama iftar vakti gelip de karnım doyunca, değil başkasının açlığını, kendi açlığımı bile unuturdum! Ve ertesi gün yine aynı...
Artık tecrübelerimden ders aldığım da sanılmasın: günler çok uzun...
21 Nisan 2011 Perşembe
Dört ayağın yere basacak arkadaş!
Boşuna cin atı dememişler bu iki tekerleklilere. Benim de hiç yıldızım barışmadı kendileriyle.
Bir Küçük Emrah bakışıyla başlayalım hikâyelere:
***
Benden başka mahalledeki tüm çocukların bisikleti vardı. Babam bu işi niye bu kadar öteledi, gerçekten çok pahalı bir şey miydi bisiklet bilmiyordum ama bana bisiklet almıyordu. Tek bahanesi ise, benim bisiklet kullanmayı bilmiyor olmamdı. Bisikletin olmadan bisiklet kullanmayı öğrenmek ise, arkadaşlardan bisiklet istemeyi gerektiriyordu ki; bu, peşlerinden bakmaktan daha zordu. Kaldı ki, kullanmayı bilmiyorsun ki, ne yapacaksın bisikleti sorusunu babam gibi o arkadaşlar da yöneltebilirdi.
Kuzenim Aykut Abiyle, bir gün Yusuf’un pinokyosunu aldık ve bana bisiklet sürmeyi öğretti Aykut Abi. O gün Yusuf’un bisikletini bir duvara çarptım. Aykut Abi bu bisikletin bilyeleri dağılmış dedi… Bisikleti apar topar Yusuf’a verdik ve hızlıca uzaklaştık. Yusuf ertesi gün, siz bu bisikleti bir yere mi çarptınız, diye sorduğunda “hayır” demiştik. Bir gün bu blogu okursa, bunu “işte yakaladım” düşüncesiyle değil, “sonunda itiraf etmiş” düşüncesiyle okumasını dilerim.
***
Ben iyi kötü bisiklet kullanmayı öğrenmiştim ve babama daha fazla ısrarcı olabiliyordum. Annem ablam ve kız kardeşim o tarihlerde Fethiye’de yaşayan kuzenim Hacer Ablanın yanına tatile gideceklerdi. Ben de onlarla gitmek istediğimde, bana bu tatile alternatif olarak, bisiklet sunuldu. Ben de direkt atladım bu alternatife.
Babamla atladık minibüse ve gittik Osmaniye’ye bisiklet almaya. Pinokyo ve BMX gibi bisikletleri babam almak istemiyordu. Zira o bisikletlere en fazla bir ya da iki yıl binebilecektim, sonra küçük gelecekti o bisikletler. Çocukluğumuzda hem tam üstümüze göre hem de yeni bir şeyimiz olmazdı zaten. Seneye de giyilsin diye alınan tüm kıyafetler ve ayakkabılar, yeniyken büyük gelir, üstüne olmaya başlayınca da eski olurdu. Bisiklet de öyle olacaktı. Babam bisan istiyordu ama bisan bisikletlere boyum yetmiyordu. O sebeple, çocuk bisikleti olmayan ve fakat bisan gibi de ortada demiri olmayan bir bisiklet almak gerekiyordu. – Biz ortasında demir olmayan büyük bisiklet diyorduk, çünkü o bisikletlerin adının “kız bisikleti” olduğunu bilmiyorduk. Ya da bunu bana duyurmuyorlardı.- Neticede aradığımız gibi bir bisiklet bulamadık. Mahzun bir şekilde geri dönüyorduk. Babam bu mahzunluğumun biraz azalması içindi sanırım, beni bir kebapçıya götürdü. Orada tam bizim istediğimiz gibi, üstelik millenium grisi (o zaman bu tabir yoktu, yarış bisikleti rengi idi o), kontra pedal hem de vitesli bir bisiklet gördük. Ben böyle bir bisiklet bulabilseydik diye düşünürken, babam öyle bisiklet değil, o bisikleti düşünmüş olacak ki, bisikletin sahibini sordu. Kebapçının çırağının o bisikletini satın aldık.
***
O yaz o bisikletle hevesimi aldım ve sonra o bisiklet de kilerdeki yerini aldı. Aradan bir iki sene geçti, bisiklet yine güncel bir ihtiyaç oldu. Zira artık mahalledeki çocuklarla gezmek için değil, okuldaki kızlarla gezmek için bisiklet lazımdı. Millet pinokyo ve BMX’lerin yerine bisan bisiklet almakla uğraşırken ben babamın öngörüsünün faydasını görerek kilerden çıkardım bisikleti. Ufak bir bakım onarımla yeniden piyasadaydık. İki senedir kilitsiz kilerde duran bisiklet, piyasaya çıktıktan bir iki ay sonra evin önünden çalındı. Yeni bir bisiklet aldırmanın güç olduğunu öğrenmiş olan birisi olarak epey üzülmüştüm. Annem, her işte bir hayır var, belki bisikletinle bir kamyonun altında kalıp, bir kaza geçirip daha kötü şeyler yaşayacaktın diye teselli etti beni. Aradan iki hafta geçmişti, arkadaşım Yusuf İsmet’in bisan bisikletini almıştım, kendisi de arkamda oturuyordu. Bisikletin dümenini bırakmamla düşmemiz bir oldu. (Evet, o kazanın bisikleti kullanırken iki elimi bırakmam sebebiyle olduğunu da itiraf edebilirim artık.) Yerden hafif doğrulduğumda ilk tepkim “hassiktir, pantolonum yırtılmış” olmuştu. Biraz daha doğrulduğumda gördüğüm şeyi algılamam biraz zaman aldı: baldırım öyle bir yarılmış ki, ama kas değil tamamen yağ olduğundan hiç kanamamış da… Bacağıma iki katlı 10-15 dikiş atıldı ve iki hafta evde yattım…
***
Sonrasında bisiklete pek hevesim kalmadı, arabayla gezmeye başlamıştık. O zamanlar Bahçe’de trafik polisi de yoktu. İlk ve tek trafik polisi Ahmet gelene kadar çoluk çocuk rahat gezerdi arabayla. Hatta ortaokuldayken birkaç öğretmenime araba kullanmayı ben öğretmiş, onların derslerinden de hep 10 almıştım.
***
Bu sırada Aykut Abim bir mobilet aldı. Arkadaşım Aslan’ın da bir Peugeot 103 SPX mobileti vardı.
Bu araya şu not da mutlaka sıkıştırılmalı: O zamanlar tüm arabaların arkasında yazılar vardı. Bu yazıların çoğu “börteçine” idi. Kimi arabaların arkası ise İMKB panosu gibiydi: yazılar her gün değişirdi. Aslan’da araba yoktu ama mobilette yazı yazılabilecek boşluklar vardı. O kadar börteçine yazısı arasında, Ahmet Kaya dinlemekten ibaret solculuğumuzla, “kenar mahalleli” yazmıştık mobiletin bir kenarına. Baktık bir şey olmadı, öbür kenarına da Ahmet Kaya’nın bir başka şarkısı yazılabilirdi. “Vakit tamam!” Ama amelelerden farkımızı ortaya koyacağız ya, İngilizcesini yazacaktık. Muhteşem çeviri: “Time Okey”! Aradan bir hafta geçmedi, Bahçe’de onlarca arabanın arkasında “time okey” yazıyor. Sonra birisi gelip sormuştu bana: “gardaş biz de yazdık ama ne demek bu (yazıldığı gibi okuyarak) “tıme okey” ya?”
Neyse, uzatmayalım: Bu vesilelerle yeniden iki tekerleklilere döndük. Aykut’tan bir gün mobileti alıp gezmeye çıktığımda, sınıf arkadaşım Muhammet’i görmüştüm yolda. Gel seni bırakayım okula dedim. O güne kadar mobileti hep tek kullanmıştım, kimseyi taşımamıştım. Zira o gün de taşıyamadım. Motor bir yere, ben bir yere Muhammet bir yere savrulduk. Mobiletin tozlanan yerlerini silip hemen bıraktım evin önüne. Aykut mobileti alıp gitti, 5 dakika sonra geri döndü. Uygar, sen düştün mü bu motorla, direksiyon eğilmiş dedi. (Allahın sopası yok! Yusuf’un bisikletinin direksiyonun bilyeleri dağıldığında çaktırmamayı kendisinden öğrenmiştim.) Cevap hazır: Hayır abi, ne düşmesi!
Bu küçük kazayı Muhammet’ten başka kimse bilmediğinden (gerçi o kazadan kalma bir iz hala durur sağ el bileğimde.) mobilet sevdası çabuk geçmedi. Ta ki bir sabah ağzımın kenarında hissettiğim ıslaklığa kadar! İçtiğim çay ağzımın kenarından akıyordu! Bir yudum daha, yine akıyor. O da ne! ağzımı kapatamıyordum bir türlü. Yüz felci denen bir hastalığın varlığını o gün öğleden sonra hastanede öğrendik. Doktorun ilk sorusu mobilete falan mı biniyorsun sen olmuştu zaten. 15 gün de tuzsuz beslendik iki tekerlek yüzünden ki, bu 15 gün yatmaktan daha zordu. Ağzımızı toparladık çok şükür ama.
Bu büyük motorlarda vites var, debriyaj var… Aykut araba kullanmayı bilmediğinden motosikleti de kullanamıyor. Ben araba kullanmayı bildiğim için, debriyajın frenin nasıl kullanıldığını biliyorum ama bu motora boyum yetişmiyor. Neticede motosiklet kullanmayı ben öğrettim Aykut’a. Bu hocalığın karşılığı olarak da istediğim zaman motora binme hakkım vardı. Motora boyum yetişmediği için, beni Aykut bindiriyor, ben kızların olduğu yerlerde geziyorum geliyorum, Aykut motoru tutuyor ve ben iniyorum. Allah muhafaza durmam gerekse, sıçtım. Motoru durduğum anda düşmekten başka çarem yok.
Jawa macerasını kazasız belasız atlattık. Artık sadece arabayla geziyorum. İki tekerlilerden kurtuldum. Desem de....
***
O günlerde manavda çalışıyorum. Akşam manavdan çıktım eve doğru yürüyorum. Eve giderken yazlıkçı olan eski kırıklarımdan birisiyle karşılaştık. Eve giderken şu hesabı yaptım: eve gidip bir şekilde arabayı alırsam, o kız gideceği yere varmadan yetişirim, bir kere daha görürüm... Daha önemlisi görünürüm. Bu hesapla eve koştura koştura gittim. Evdekiler sofraya oturmuş. Ben de “çalışan bir çocuk” olduğumdan şefkat had safhada… Çok da acıktım diyerek, ajitasyonu artırıp ilk kaşık yemeğimi yiyorum. Sonra birden kalkıp "ya ben dükkanın yedek anahtarını vermeyi unuttum, bir koşu gidip geleyim de sonra yerim" diyorum… Babam kıyamıyor tabi: Arabayla git oğlum.
Planın ilk adımı tamam. Yetiştim, gördüm, göründüm… Madem öyle bu taşla ikinci kuşu da vurayım, öbür mahalledeki kızın evin önünden de geçeyim… Bir yandan bunu düşünüp sola dönmeye hazırlanırken bir yandan da dikiz aynasından kız bakıyor mu diye kontrol ederken bir gümbürtü! Motosikletin biri bindirdi arabanın sol kapısına. Motosikleti süren de bizim akranımız. O 8/8 kusurlu ama ikimizde de ehliyet yok… Babama arabaya motor çaptı dedim, o da canın sağolsun dedi. Ertesi gün arabayı görünce, motor derken traktörü mü kastettin oğlum dedi, ama kızmadı sağ olsun…
***
Yatılı okulda okuyorum, hafta sonu eğlencesi arabayla gezinmece. Biz daha tenhaları tercih ederiz gezinmek için ama bir cesaret girdik bir düğün konvoyuna… Baktık konvoy anayola doğru gidiyor, bizi aşar… Yavaştan sağa yanaşıp konvoydan ayrılmak istiyoruz. Direksiyonu sağa kırmamla o tanıdık gümbürtüyü duymam bir oldu. Ama bu sefer bize çarpmamışlardı. Dikiz aynasından bize çarpmamak için otobüs durağına çarpmış ve darmadağın olmuş mobileti gördük.
Doğruca evin önünde gittik. Önce motor kaputunu açıp motora soğuk su döktük. Sonra arabaya brandasını örttük. Sonra evin damına çıktık… Kurduk okey masasını… Hemen bir tabela tuttuk. Tabelaya göre oyun 40’tan düşüyor ve bitmesine iki el kalmış. Yani bizi bulsalar, “ne alakası var kardeşim, biz sabahtan beri burada okey oynuyoruz” dememize gerek bile yok…
25 Mart 2011 Cuma
"bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir"
şindii... blogumun engellenmesine sebep tüm kurum ve kuruluşlara karşı boş diilim biline. ben güzelce döşenicektim ve fekat neyzen tevfik alasını döşemiş, eh bana bok yemek düşer bu durumda; buyrun yasa koyucular ve uygulayıcılar sizin için satırlarımın bundan sonrası;
"âlemin bağ-zârını sikeyim
sünbül ü verd ü nârını sikeyim
andelib-i nizârını sikeyim
hâsılı nev-baharını sikeyim!
bana yoktur lüzumu gülşeninin,
şeb-i tarîk ü rûz-ı rûşeninin
ne gulâmının ne de zenninin
hepsinin tâ mezarını sikeyim!
ağlamam ben, ben erkeğim erkek,
hayli güçtür bana cefâ etmek,
minnet etmem bu ömre de felek,
atını al, tımarını sikeyim!
güççedir bu fakiri aldatmak,
yüzdürüp sonra kündeden atmak,
gözünü aç da sen bana bir bak,
ben senin i'tibarını sikeyim!
saki-i mâh-rûyına sıçayım,
gülünün reng ü bûyuna sıçayım,
mutrîbin hâyâ-hûyuna sıçayım,
sâgar-ı neşvedârını sikeyim!
yok sâfâsı hezâr-ı dem-gerinin,
gül-sitanda şükûfe-i terinin,
bezm-i sahbâ-yı rûh-perverinin
neşvesiyle hümârını sikeyim!
feleğin uğradımsa vartasına,
s..çayım ağzının ta ortasına,
bunu yazsın cihan da hartasına,
kıta'at ü bihârını sikeyim"
...
kamoooon beybii ay vont yuuuu... jah!
mucukyusss
"âlemin bağ-zârını sikeyim
sünbül ü verd ü nârını sikeyim
andelib-i nizârını sikeyim
hâsılı nev-baharını sikeyim!
bana yoktur lüzumu gülşeninin,
şeb-i tarîk ü rûz-ı rûşeninin
ne gulâmının ne de zenninin
hepsinin tâ mezarını sikeyim!
ağlamam ben, ben erkeğim erkek,
hayli güçtür bana cefâ etmek,
minnet etmem bu ömre de felek,
atını al, tımarını sikeyim!
güççedir bu fakiri aldatmak,
yüzdürüp sonra kündeden atmak,
gözünü aç da sen bana bir bak,
ben senin i'tibarını sikeyim!
saki-i mâh-rûyına sıçayım,
gülünün reng ü bûyuna sıçayım,
mutrîbin hâyâ-hûyuna sıçayım,
sâgar-ı neşvedârını sikeyim!
yok sâfâsı hezâr-ı dem-gerinin,
gül-sitanda şükûfe-i terinin,
bezm-i sahbâ-yı rûh-perverinin
neşvesiyle hümârını sikeyim!
feleğin uğradımsa vartasına,
s..çayım ağzının ta ortasına,
bunu yazsın cihan da hartasına,
kıta'at ü bihârını sikeyim"
...
kamoooon beybii ay vont yuuuu... jah!
mucukyusss
12 Şubat 2011 Cumartesi
Emir demiri keser, sanatı kesmez
Madem tezkeremizi aldık, bir askerlik anısı da biz anlatalım.
Gaziantep İl Jandarma Bölük Komutanlığı’nda kısa dönem askerim. Acemiliğimiz orada geçecek, yemin töreninden sonra bir kısmımız orada kalmaya devam edecek, bir kısmımız ise ilçelere dağıtılacağız. Herkesin hedefi bölükte kalmak ve ilçelere gönderilmemek.
Üst devreler bize tavsiyede bulunuyor: rütbesi kolunda olanlar sorunca hiçbir şey bilmeyin, omzunda olanlar sorunca her şeyi bilin. (Bayanlar için açıklama: rütbesi kolunda olanlar, yani astsubaylar ve altındaki rütbeler angarya iş için sorarlar, onun işine yarasan bile dağıtımda söz sahibi değildir, burada kalmana yetmez. Yaptığın angaryayla kalırsın. Rütbesi omzunda olanlar, yani subaylar ise işine yarayacak askeri göndermez, yanında tutar.)
En revaçta olanlar öğretmenler ve İngilizce bilenler. Biz iki avukatız. Birimiz kalacak birimiz gidecek, onu biliyoruz…
Bir gün dışarıda eğitim yapıyorken, bölük komutanı geldi. Yine bayanlar için belirtelim, bölük komutanı demek, bölükte Allah odur demek.
Müzikle ilgilenen var mı diye sordu. İngilizce bilmiyordum, öğretmen de değildim ama işte şans benim kapımı çalmıştı. Ne teğmeni, ne yüzbaşısı… koskoca bölük komutanı soruyordu…
Ben elimi kaldırmış, komutanın gözüne bakarken, bir ara sağıma ve soluma da bakayım dedim. Amanın! Sanki Mızaka-i Humayun… Herkesin eli havada.
Sağ baştan soruyor tek tek komutan… Nedir müzikle ilgin? İlk 15 kişinin küçükken orgu varmış, ikinci 15 kişi müzik dersinde blok flüt çalmış. Sesim güzeldir komutanım diyenler var… Bir iki de ut çalıyorum, bateri çalıyorum falan diyen çıktı. Ben de o zamana kadar söylenenlerin hepsini birleştirip saydım: ut, org, flüt, bağlama… sesim de güzeldir diye de ekledim.
3 kişiyi seçip, siz gelin dedi. 3 kişiden biri de bendim, iyi mi! Yırtmıştım işte! Kesin orduevi için arayış içindeydiler. Artık askerliğimi orduevinde eğlenerek tamamlayacaktım. Allahım ne kadar şanslıydım… Düşünce baloncuğum patlamasın diye sınırlı tuttum heyecanımı, yürüdük.
Lokal gibi bir yere gittik. Hangi pavyondan geldiğini bilmediğimiz üst devrelerden bir piyanist arkadaş org kadrosunu kapmış, ona bir şantör lazım.
Bize birer şarkı söylettiler, İstanbul elemeleri için ön seçim yapan popstar jürisi gibi dinlediler. Ut çaldığını iddia eden avukat arkadaş, bir şans daha istedi, ikinci performansı da beğenilmedi. İkinci aday da ha keza… Komutan benim sesimi beğendi.
Neler söylüyorsun dedi. “Komutanım, özgün müzik, türkü vs” dedim. Tamam, artık sanat müziği söyleyeceksin dedi. Emredersiniz komutanım, ama hiç bilmem dedim. Öğlene kadar yeterince vaktin var, öğrenirsin diyerek su serpti yüreğime. Zaten bu defterde de yazıyor şarkı sözleri diyerek de mahcup etti beni.
Yanındaki emir erlerine, bu arkadaşa kostüm verin dedi. Bana göre kostüm olmadığını belirttiler. (Kostüm de, siyah pantolon ve beyaz gömlek) O zaman git sivillerini giy dedi, bana. Emredersiniz komutanım, ama sivillerim kamuflajımdan (askeri kıyafetlerimden) daha şık değil dedim. Sen giy, dedi. Emredersiniz diyerek, askere gelirken yanımda getirdiğim tek kıyafet olan en kötü kotumla en solmuş tişörtümü giydim. Bana hak verdi ve tamam tamam, kamuflajını giy sen dedi.
Hala bir açıklama yoktu. Orduevine mi seçilmiştim, askeri bandoya mı hala bilmiyordum.
Öğlene kadar repertuarımı hazırladım ve sahneye çıktık. Sahnenin perdesi henüz açılmamıştı. Ben hala kebap bir askerlik yapmama vesile olan yeni görevimi bilmiyordum.
Sonra perdenin arasından bir kafa uzandı, hadi başlayın dedi.
Perde açılmayacak, perde arkasından söyleyecekmişiz.
Öğrendim ki, o gün “ekstraya” çıkmışım ben, sürekli bir sahne programı değilmiş.
Astsubay eşlerinin günü varmış, bölük komutanın eşi de o gün konuklarıymış, astsubay eşlerinin.
Pilav üstü
2003 sonu ya da 2004 başı… O gün de aramamıştı Cumhur Abi İstanbul işiyle ilgili olarak… Pek bir sıkılmıştı canım. Murat’la çıktık Ankara Adliyesinden. Necati Bey Caddesindeki bilardo salonuna gitmek üzere bir taksi çevirdik adliye önünden.
Taksi, doğan görünümlü şahin değil; şahin görünümlü Rolls-Royce… Deri döşemeli, sunrooflu… göstergelerin tamamı tempradan alınıp uyarlanmış, dijital göstergeler… Ses sistemi yürüyen disco. İbo’nun her sene olduğu gibi, o sene de yeni bir albümü çıkmış… “Kal benim için” çalıyor…
Dedik ki, baba ne güzel ortam yapmışsın böyle. “Abicim, bura da bizim evimiz be, ömrümüz burada geçiyor, ne yapalım” dedi… “Misafirlerimizi iyi ağırlamaya çalıyoruz işte” diyerek de ekledi…
Valla sen bu ortamda rakı da ikram edersin, dedik…
Yok ağabeycim, biz kurucuyuz dedi!
İkram edeyim mi abi, diyerek de direk uzattı bir tane. Tahmin edeceğiniz üzere, biz de “hayır teşekkür ederiz” dedik!
Neyse uzatmayalım, biz Necati Bey’e yolu biraz(!) uzatarak gittik. Kaptan bize avukat müşterilerini soruyor tek tek… Abi sizin orda şu avukat var, öbür tarafta bu muhasebeci var… benim sürekli müşterim... tanıyor musunuz? Gibi… Süleyman derseniz, bilirler beni…
Biz bilardo salonuna gelirken telefon numarasını verdi bize ve “görüşmek üzere” ayrıldık. Murat numarayı tuşlamış, tam kaydedecek, telefonu çaldı ve numara gitti…
Biz günlerce hangi taksiye binsek, “Süleyman’ı tanıyor musun, hani tempra göstergeli şahini var” diye soruyoruz ama nafile… İzini kaybettik Süleyman’ın…
….
Aradan aylar geçti, ben İstanbul’a taşındım…
Bir Ankara ziyaretimde Kolej’den bir taksi çevirdik, Dikimevi’ne, Çağlarlara gitmek üzere… Taksi dijital göstergesi hariç, aynı Süleyman’ın taksisi… Çağrışım çağırmadan geldi tabi. Sordum Süleyman’ı tanıyor musun diye taksiciye, hayır dedi… Bu araba da yürüyen disco… Ama üçyüsss beşyüsss tadında, it yola düştü havaları çalıyor. Şoför abi de arabadaki aksesuarlara dikkat eden biri olduğumu fark ettiğinden olsa gerek, ısrarla dinletiyor müziği bize… Ben oralı olmuyorum tabi. Hikayenin buraya kadarki kısmını anlatıyorum yanımdakilere… Ben Süleyman’ın “arabasını(!)” anlatırken yanımdakilere, geldik zaten Dikimevi’ne.
Şoför dayanamadı. “Abi sen de amma abarttın! Ne var Süleyman’ın arabasında Allah aşkına? Tempra göstergesi dediğin nedir, ben şu arabanın vites topuzuna verdiğim parayla alırım Süleyman’ın arabasını…”
Meğer Ankara’da iki şahin kıyaslanırmış taksici camiasında… Birisi bu taksi, öbürü de Süleyman’ın taksisiymiş. Bu ezeli rekabet sebebiyle de haz etmiyorlarmış birbirlerinden… Süleyman’ı tanıdığını söylemeyi yedirememiş kendine bizim şoför önce, ama sonra onun arabası ballandırılarak anlatılınca dayanamayıp açıklama yapma ihtiyacı duymuş…
Rahatlamış bir tavırla vedalaştı bizle: “Süleyman sattı o arabayı. Şimdi bir sienada çalışıyor. Ostim durağında bulabilirsin çok meraklıysan!”
29 Ocak 2011 Cumartesi
Babalara geldik
“Manitası olan jeton taşır” diye bir söz vardı Bahçe’de. Parmağa takılan yüzükten bir alt nişaneydi cepte şıkırdayan jetonlar. Hatta jetonlar sadece birkaç küçük jetondan ibaret değilse, kız gidici değil; ciddi düşünülen bir kız demekti.
Evde genç yaşta bir kızı, kız kardeşi olan babalar, ağabeyler, evlerinin telefonu uzun süre meşgul çaldığında doğru postanenin önüne gelir, kızın “konuştuğu” oğlanı armut gibi toplayabilirdi. Anlatabilirsen anlat, valla ben başkasıyla konuşuyordum, diye!
Küçük yerde ağabeylerin, babaların böyle avantajları vardı ama, gençlerin de farklı artıları vardı. Örneğin, “annemler bu akşam gezmeye gidiyor, evde yalnız olacağım” diye haber uçuran bir kızın evine gitmek için, TEDAŞ’ta çalışan arkadaşı arayıp; “Kardeş şu saatte şu sokağın elektriğini keser misin? Ben eve girince açarsın, çıkarken haber veririm, yeniden kesersin elektrikleri 5 dakikalığına.” şeklinde ricada bulunulmuşluklar vardır.
Cep telefonu çıkınca, “manitası olan cep telefonu alır” şeklindeki yeni özdeyiş, eski özdeyişimizle yarışmaya başladı. Şu anda Bahçe’de cep telefonu satışı ve servisi işi yapan can dostum Süleyman, TEDAŞ’ta birkaç ay şoförlük yapıp bizim arkadaşlar arasında ilk cep telefonu alan olmuştu. “Bahçe’deki tüm kızların numarası bu telefonda kayıtlı” diye fahiş fiyatla ilk cep telefonunu satışa çıkardığında tahmin edememiştik, Bahçe’nin ilk cep telefoncusunun Süleyman olacağını. Erdem’le ben de ilk cep telefonlarımızı öğrenim kredilerimizle almıştık. Kredileri birleştirdik, 3 ay arayla birer telefon aldık. Sonrasında ben de bir telefonumu şoförlük yaparak almıştım.
Neyse uzatmayalım; biz de telefon piyasasını çok yakından takip edenlerden, teknolojik gelişmeleri merakla bekleyenlerdendik hasılı. Örneğin, Türkcell’den Telsim’e SMS gönderilmeye başladığında çok sevinmiştik.
Sonra bir gün Telsim telefonların ekranlarında o an nerede olduğun yazmaya başladı. Bu ne ki la, ne işe yarayacak diye günlerce tartışmıştık. Telefonun ekranında niye “CEBECİ” yazıyordu ki? Başkaları da o kişinin nerede olduğunu bilebilecek miydi? Bir de Türkcell niye bu teknoloji biz değerli abonelerine sunmuyordu?
Bir gün annemler Ankara’ya gelmişti. O zamanlar Okay’la gıyaben tanışıyorduk ama Okay’lara gitmemiz gerekiyordu. Ablam, Okay’ın ablası Olcay’ı görecekti. Onlar tek başlarına yolu bulamayacakları için muhteşem bir çözüm bulmuşlar, yanlarına beni almışlardı. Lakin ev, Cebeci, Sıhhiye ve Kızılay üçgeninde yer almadığından ben değil evi, muhiti bile bulamıyordum. O an nerdeydik ki?
Tabi ya, Telsim bunun için başlatmıştı bu uygulamayı. Aferindi Telsim’e…
“Anne senin telefon Telsim değil mi, baksana ekrana ne yazıyor” dedim.
Annem okudu:
“BABALAR GÜNÜNÜZ KULTU OLSUN”
24 Ocak 2011 Pazartesi
Teşekkür!
Yaş 33... 333 olsa daha bir farklı çıkardı bugünün resimleri belki... :) Beni bıraktığım güzel izlerle yüzleştiren dostlarım, sevdiklerim... İyi ki varsınız. İyi ki, karşılaştık!
Kırıştırarak, kırılarak, kırarak, kırklılarda da kırışıklıkları kırışmak hayatla...
Kimsenin hakkını almadan, hakkını yemeden, hakkıyla, hakikatlilerle...
Aynı kökten gelip, farklı eklerle farklılaşmak... Ya da; aynı suda iki kere yıkanabilmek mümkün olsa da, bu yaşamımın aksiyle birleşen 66 yıllık bir ömre fit olmak... Gördüğüm günden geri kalmam, gördüğüm günlerde yine olurum böylece... Gün görür, günler görür; yine şad olurum... Görmemiş değil; görgülü olurum hep. Ve bugün yolun yarısında olduğumdan emin olurum; şapa oturmam şair gibi...
Ne bileyim... "Yol bir garip, yolcu bir garip... Dönüyor dünya, o da bir garip."
Teşekkürler...
Kırıştırarak, kırılarak, kırarak, kırklılarda da kırışıklıkları kırışmak hayatla...
Kimsenin hakkını almadan, hakkını yemeden, hakkıyla, hakikatlilerle...
Aynı kökten gelip, farklı eklerle farklılaşmak... Ya da; aynı suda iki kere yıkanabilmek mümkün olsa da, bu yaşamımın aksiyle birleşen 66 yıllık bir ömre fit olmak... Gördüğüm günden geri kalmam, gördüğüm günlerde yine olurum böylece... Gün görür, günler görür; yine şad olurum... Görmemiş değil; görgülü olurum hep. Ve bugün yolun yarısında olduğumdan emin olurum; şapa oturmam şair gibi...
Ne bileyim... "Yol bir garip, yolcu bir garip... Dönüyor dünya, o da bir garip."
Teşekkürler...
20 Ocak 2011 Perşembe
Derdim çoktur, aşağıdakilerden hangisine yanayım?
A- İlk vapura son binen olamadım ama son vapura ilk binen oldum. Tüm vapur bana bakıyor. Oysa sorumluluk bir duygudur. Gözle görünmez.
Sorunluluk duygum var benim. Son dakkaya bırakıyorum her işimi desem rahatlarlar mı ki?
B- Acıktım.
Tost, börek, boyoz, simit, gevrek ve kumru yemek istemiyorum. Poğaçayı bırakalı ise yıllar oldu.
Kahvaltı neredeyse iki kişilik geliyor, ben de gelince neredeyse hepsini yiyorum. Böylelikle fazla geliyor.
Ne yapsam, bilmiyorum hasılı.
C- "Oruç" diye ibadeti olan bir toplumun "Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin" diye bir duası olması çelişkili değil mi?
D- Bugün vapurda serçeler vardı.
Allah belanı versin Uygar, böceğe çiçeğe, kuşa denize saran adam da mı olacaktın, dedim kendime.
Ayib ediyon abi. Olur böyle şeyler dedi içimdeki çocuk.
İçimdeki çocuğun da götu kalkmış. Eskiden amca derdi bana. Şimdi abi diyo. Eli kulağında, sana ne lan da der mi bu bana yakında?
E- Ne kadar kaçsam da gerçeklerden, işte yanaştı vapur iskeleye...
Ne yiycem lan?
Sorunluluk duygum var benim. Son dakkaya bırakıyorum her işimi desem rahatlarlar mı ki?
B- Acıktım.
Tost, börek, boyoz, simit, gevrek ve kumru yemek istemiyorum. Poğaçayı bırakalı ise yıllar oldu.
Kahvaltı neredeyse iki kişilik geliyor, ben de gelince neredeyse hepsini yiyorum. Böylelikle fazla geliyor.
Ne yapsam, bilmiyorum hasılı.
C- "Oruç" diye ibadeti olan bir toplumun "Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin" diye bir duası olması çelişkili değil mi?
D- Bugün vapurda serçeler vardı.
Allah belanı versin Uygar, böceğe çiçeğe, kuşa denize saran adam da mı olacaktın, dedim kendime.
Ayib ediyon abi. Olur böyle şeyler dedi içimdeki çocuk.
İçimdeki çocuğun da götu kalkmış. Eskiden amca derdi bana. Şimdi abi diyo. Eli kulağında, sana ne lan da der mi bu bana yakında?
E- Ne kadar kaçsam da gerçeklerden, işte yanaştı vapur iskeleye...
Ne yiycem lan?
19 Ocak 2011 Çarşamba
Alışmamış götte don durmaz
Bugün Facebook’a birkaç fotoğraf ekledim. Fotoğraflardan birisi de, ışık vs sebeplerle mecburen Ender Bey’in masasında çektirdiğim fotoğraftı. “Beğen”ilerin ve yorumların hepsi bu fotoğrafa, hatta doğrudan o masa ve odaya geldi. Ahan da bu anı da, bu vesileyle akla geldi.
İdol’ümüz İbo ne demişti? Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık?
Bizim zamanımızda da “apaçilik” yoktu. Biz de o sebeple apaçi olamadık hiç. Normal ameleydik.
Birtakım sınıf arkadaşımızla, aynı sınıfta olmadığımız düşüncesiyle tanışmamış, bir gün tanışabileceğimizi de düşünmemiştik hiç. Bu “tiki” arkadaşlarımızın isimlerini bilmezdik. Ama sayıca çok olduklarından, “tiki” demek her bir tekini anlatmaya yetmiyordu. Manda, metro, kısmetim, top model, geldim, merdiveni ikişer ikişer çıkarken götü kötü görünen, a.q, Volkan’ın yanında gezen kız, rovetna gibi isimlerle anıyorduk birçoğunu. Onlar dışında, erkanınki, okanınki, Erkan’ın kolejin orda konuştuğu vs gibi, isimlendirilememişler de vardı.
5. sınıfa geçince az önce bahsi geçen arkadaşlarla hasbelkader tanıştım.
“Olum o kızların senle ne işi olur” diyen arkadaşlar da tek tek tanışıyorlardı benim vesilemle, bu arkadaş(!)larla.
Kendi içimizdeki en samimi konuşmalar ise şu şekilde biterdi fakat: “Olum iyi ki arabamız yok. Yoksa ne kılıf bulacaktık bu erkek yurdu kıvamındaki ortamımıza!”
Neyse, uzatmayalım…
Efendime söyleyeyim, bir gün, yeni arkadaşlarımızla ders çalışıyoruz. Her derse son gün çalışan ben, cumartesi gününden nasıl olmuş da başlamıştım çalışmaya bilmiyorum(!) ama günlerden cumartesiydi. Ve o akşam da, her cumartesi olduğu gibi çok önemli bir işim vardı. Ben gidiyorum arkadaşlar, dedim. Ya nereye gidiyorsun, az kaldı bitsin de öyle gidersin vs sözlerinin ardından, Sayısal Loto oynamak zorunda olduğumu, kitabın geriye kalan kısmından soru çıkma ihtimaliyle sayısalı tutturma ihtimalimin aynı olduğunu belirttim. Siz çalışın, yarın kapınıza mercedesle gelirsem pişman olmayın ama… Keşke biz de HUMK çalışacağımıza sayısal oynasaydık demeyin diye de uyardım onları.
Tesadüf bu ya, ertesi sabah, ölen babasının mercedesini kullanan, bizim Almancı Cihan bize gelmişti. Bizim yeni arkadaşlar ertesi sabah beni kapılarında mercedesle görünce baya bir şaşırmışlardı. Hatta, sayısalın çıkmadığına zor ikna ettim onları, dün sayısal çıksa bile ertesi sabah nasıl araba alabileyim diye…
Gel zaman git zaman, ya bu arkadaşlar halkın arasına karışmış, ya ben tikilere karışmıştım… ama neticede benim arkadaş çevrem değişmişti.
Beni bir doğum günü partisine davet etmişlerdi. Doğum günü partisi Köşem Türkü Bar’da yapılmayacağı için doğum gününün yapılacağı mekanı bilmiyordum. Keza, parti Sakarya Caddesindeki bir başka mekanda da yapılıyor olmadığından, partinin olduğu muhiti de hiç bilmiyordum.
Aradım Cihan’ı, “olum bana araba lazım” dedim… Cihan da, canın sağ olsun ama benim arabayı arkadaşla değiştik bir haftalığına, dedi. Ben seni nereye istiyorsan bırakayım diye de ekledi.
Ben son model, siyah camlı falan, silah gibi bir BMW ile gittim partiye. Parti çıkışında Cihan bekleyecekti arabanın sağ koltuğunda, ben de arabaya binip gidecektim…
Parti bitti, kızlardan birinin sevgilisi “benim araba küçük ama yine de 6 kişi sıkışırız dersen seni de bırakalım Cebeci’ye, otobüste, dolmuşta rezil olma” dedi. Ben de kibarca teşekkür ettim ve arabayla geldiğimi söyledim.
Böylelikle arabayla geldiğimi duyurmuş, Cihan’a boşuna zahmet vermemiş olmuştum. Zira araba görünen bir yerde değil, biraz ilerideydi.
Aynı “sevgili” arkadaş, “madem sen arabayla geldin, sen bıraksana kızları Cebeci’ye” diye gayet mantıklı bir şey söyledi…
Ben de arabanın “iki kişilik olduğunu”, yanımda bir arkadaşımın daha olacağını belirterek, üzgün olduğumu, -büyük bir coşkuyla- belirttim.
Yanımda kendi arkadaşlarımdan birini götürsem böyle pas yapmazdı: Bu defa da “neymiş ki bu iki kişilik” araba sorusu geldi… Sanki şahine biniyormuş da tevazu gösteriyormuş edasıyla, “BMW” dedim…
Her şey planlandığı gibi gitmişti…
Tabi hikaye burada bitseydi eğer!
Yahu merak ettim bak şimdi şu iki kişilik BMW’yi diyerek, işi boka sardırmaya başlamıştı “sevgili” arkadaş.
Yahu bildiğin BMW işte, aşağıda biraz, sonra görürsün desem de, benden görgüsüz çıktı hayvan herif.
Biraz yaklaştığımızda, “iyi de bu araba 4 kapılı, hani iki kişilikti” dedi. Araba gerçekten iki kişilikti ama bunu açıklayamıyor, açıklamak zorunda kalmak da istemiyordum.
Olmadı…
Zira Cihan’ın arabasını arkadaşıyla değiştirmesinin sebebi şuydu:
Arkadaşı döşemeleri değişsin diye Ankara’ya getirmiş arabayı, Cihan’ın arabasını alıp gitmiş. Arabanın tüm koltukları, tavan astarı, kapı içi kolları vs sökülmüş… Döşemeler yapılana kadar da araba kullanılabilsin diye, iki iskemle konmuştu içine…
17 Ocak 2011 Pazartesi
nayır! nolamaz! böyle mizah nolmaz nolsun!
Bereketli bir insanımdır. Gittiğim yer bereketlenir.
Sektöründe öncü bir firmada (!) çalışmaya henüz başlamıştım ki sahte rakı olayları patlak verdi.
Gazetelerde her gün başka bir haber: burada 3 kişi öldü, orada 5 kişi kör oldu...
Akabinde peş peşe açılan davalar...
Sahte rakı olaylarının en büyüğünün, en vahiminin ilk duruşması yapılacaktı o gün, ağır ceza mahkemesinde. Mahkeme ağır ceza mahkemesi ama duruşma salonunu evinizde oturma odası yapamazsınız. Zira oturmak imkansız, o derece küçük.
Salon küçük, dosya büyük... Onlarca mağdur, onlarca sanık, onlarca avukat… Değil bizim salon, tüm adliye tıklım tıklım… Bir yanda jandarmanın etten duvarının arkasındaki tutuklu sanıklar, bir yanda tutuksuz sanıklar, bir tarafta müştekiler, mağdurlar, öte yanda avukatlar… Polis grupların birbirine karışmasını önlemeye çalışırken, mübaşir ve katipler de ellerinde birer kağıt, duruşmayı bekleyenlerin listesini hazırlıyor. Böylelikle duruşma zaptının bir kısmı duruşma başlamadan önce hazırlanacak, nispeten daha çabuk tamamlanacaktı duruşma.
Dışarıda öylece duruşmamız bitti ve duruşmanın başladığına dair uğultu duyuldu. Sanki salonda birkaç beraat, birkaç da mahkumiyet kararı var da, ilk girenler istediği karardan alabilecek! Öyle bir izdiham var kapıda.
İçerisi hemen dolmuştu ama dışarısı boşalmamıştı. Ben içerdeydim desem yalan, dışarıdaydım desem yalan olurdu… Tam kapının eşiğindeyim.
Mahkeme başkanı olan hakime hanım içeri girdiğinde yüzü bir anda kıpkırmızı olmuştu. O kilodaki(!) bir kadının yüzünün kırmızı olması zaten normaldi ama kırmızı, hakime hanımın orijinal ten rengi değildi, içeri girince kızarmıştı.
Herkesin aynı anda salona sığamayacağı gerçeğiyle yüzleşildikten sonra, önce tutukluların salona alınmasına, sonra onların çıkarılıp (“içeri” sokulmasına), tutuksuzların peyderpey salona alınmasına karar verildi. Bu bir ara karar bile değildi, ama verilmişti.
Daha önceden hazırlanan listenin kontrolü bile uzunca bir zaman almış, kıçını koyacak, sırtını dayayacak yer bulabilenler vicdana gelmiş, diğerleriyle dönüşümlü olarak duruşmaya, oturuşmaya başlamışlardı.
Akşam olmuştu ama mağdurların ve müştekilerin beyanlarının alınmasına da sıra gelmişti.
Birisi geliyor kocam öldü diyor, öbürü kör oldum diyor, biri geliyor biri gidiyor.
“Arkadaşımın beyanına katılıyorum” diyen bile vardı aynı hastanede tedavisi sürenlerden. Zira sahte rakıdan mağdur oldukları gibi bir de bu duruşmadan daha fazla mağdur olmak istemiyorlardı.
Yiğit Özgür’ün şu karikatürünü o an biliyor olsam, kesin gözümün önüne gelirdi:
“Şimdi hakim bey… pardon hakimeanım, herkesin evinde renkli televizyon var” diye söze başlayınca bir mağdur; o an sıcaktan, havasızlıktan ve sair birçok şeyden mağdur olan hazırunun dikkati toplanıvermişti.
Reiste de bir merak uyandırmıştı bu giriş…
Mağdur: Biz de neticede işçiyiz, kazandığımız para belli… Ama çoluk çocuk anlar mı, konu komşuda gördüğünü istiyorlar…
Hakim: (Halâ merakının esiri...)
Mağdur: Epeydir tutturmuşlardı, baba bize de renkli televizyon alsana…
Hakim: (Halâ merak ediyor ama kendi merakı için, milletin çilesini uzatmak istemiyor.) Neyin var onu söyle, bak kaç kişi bekliyor…
Mağdur: Onu anlatıyorum hakim bey, pardon bacım, hakimeanım… bir kampanyaya girdik aldık bir televizyon…
Hakim: (Hikayenin uzayacağını hissediyor, yavaştan sinirlenerek) Sadede gel!
Mağdur: Anlatıyom işte efendim. Çocuklar çok sevindi… Ben de bunu arkadaşlarla kutlayayım dedim… Gittik meyhaneye
Hakim: Nerede içtin?
Mağdur: (Başıyla işaret ederek) Bu arkadaşlarlaydık işte… (…) Restoran’da…
Mağdur: Ben dedim bu rakının tadı bir tuhaf. (tutuklu sanıklardan olduğundan o an salonda olmayan garsona bakınarak) Çağırdım garsonu, “herkes içiyor işte, sana öyle geliyordur” dedi. Bana niye öyle gelsin? O gün benim ağzımın tadı yerinde olmaz mı? Çok da keyifliydim…
Hakim: (Artık iyice sinirlenerek) yahu sadede gel!
Mağdur: Neyse hakim bey, amaaan! Hanım, baktım arkadaşlar hakikaten içiyor, ben de içtim.
Hakim: (Pes etmiş vaziyette) eee
Mağdur: Oradan kalkıp eve gittim. Çocuklara, aldırana kadar başımın etini yediniz, açın bakim, bir de izleyeyim şu televizyonu dedim. Çocuklar “baba televizyon açık ya” diyince anladık ki, ben kör olmuşum hakimim!
Herkesin yüzünde, ifade edilmesi güç bir ifade!
Mağdur: O gece Vakıf Gureba’ya gittik, bir hafta yattım orada…
Hakim: Yahu adam, şimdi neyin var sen onu söylesene!
Mağdur: Vallahi savcı bey, pardon savcı hanım… ya hakemanım işte! Sizi “kabaca” görüyorum!
Bizim gibi görüyordu yani!
16 Ocak 2011 Pazar
Maslak ne yana düşer usta, Eminönü ne yana
Genel müdürün makam şoförü bana tahsisliydi artık.
"Artık" derken, işe girdiğim ilk günden itibaren yani.
Şükrü abiyle birlikte gidecektik adliyelere birer kere, sonrasında ben yolu öğrenip kendim gidecektim adliyelere.
İş hayatımın ikinci haftasındaydım, Sirkeci ve Sultanahmet adliyelerinde yapılacak işler vardı. Şükrü abi de yoktu ortalıkta. İş başa düştü...
Hukuk müşavirimiz Ülkü hanım, kağıdı kalemi aldı eline, benim seviyeme göre olmasa da, normal bir geri zekalının anlayabileceği şekilde çizerek anlattı nasıl gideceğimi.
Özetle şunlardan birini yapacaktım:
İlk Edirne tabelasından sağa gireceğim, sonra bir kaç tabeladan daha döneceğim, Eminönü'ne varacağım. Aman dikkat etmeliyim, çıkışı kaçırırsam o yol Edirne'ye kadara gider! (Bu, -sonradan anladığım- TEM'den gidiş tarifi.)
Zaten bu İstanbul’da ulaşılması en kolay olan yerler Ankara ve Edirne’ydi. Mühim olan oralara gitmeden gideceğin yere varmaktı. Bunu iki haftada öğrenmiştim.
Ya da Maslak'tan, sol şeritten hiç bir yere sapmadan dümdüz gidecektim. Sonra karşıma deniz çıkacak ve yol sağa kıvrılacaktı. Bu yol basitti ama trafik çok olurdu bu yolda. (Bu da, Barbaros Bulvarı’nı takip ederek gidiş-miş. )
Tarifi aldım elime, şöyle bir baktım... Sonra Edirne tabelasını ilk hedef edinip otoparka indim...
....
Yılların şoförüydüm ama Renault 9 Broadway şoförüydüm...
O gün kullanmam gereken, hukuk müşavirinin arabası olan vectra'nın şoför mahalline kıçımı koymuştum ama ayaklarımı da içeri alıp kapıyı kapatmam bir türlü mümkün olmuyordu. Nereye gitmişti ki bu koltuğun altındaki, koltuğu ileri geri hareket ettirmeye yarayan demir çubuk?
Telefon belki eksi 4. katta olduğum için değil de, arabanın kısmen içinde olduğum için çekmiyordur diye düşündüm. "Yav bu vectraların koltuk çekme demiri nerde" diye arayıp birine sormak üzere arabada kalan kıçımı da arabadan dışarı çıkarttım.
"Sorunları halletmek istiyorsan, meseleye dışarıdan ve hatta yukarıdan bakmalısın" benim için hep bir hayat düsturu olmuştur. Dışarıdan bakınca, koltuğu ayarlamaya yarayan “düğmeleri” gördüm.
Böylelikle arabaya tamamen bindim ve otoparktan yukarı çıktım, plazanın önüne kadar geldim... Daha dün gibiydi oysa, iş görüşmesinde "araba kullanmayı biliyorum ama İstanbul'u şu binanın etrafında bir tur atabilecek kadar bile bilmiyorum" dediğim gün...
Buraya kadar gelirken, araba sürekli ötüyordu... Broadway ötmezdi ama, yeni arabalarda emniyet kemerini takmayınca arabaların öterek "hayat her şeye rağmen güzeldir" mesajı verdiğini biliyordum. Emniyet kemerini taktım... Biraz gittim, yine öttü...
Okumak gibisi var mı be! Temel abimin bürosunda okuduğum Oto Show dergileri yetişti imdadıma. Benzin az olduğu için ötüyor olmalıydı bu araba.
Benzinin de yeterli düzeyde olduğunu fark etmemle birlikte, sürekli ağlayan bir bebeğin niye ağladığını bulmaya çalışan annenin çaresizliği içine girmiştim. Uykusu gelmiş olamazdı ya bu bok yiyenin.
Neyse, uzatmayalım... Park sensörü denen illetle o an tanıştım.
Tanıştığımıza memnun olduk ve yola koyulduk.
....
Aman allahım (oh my god) ! Öyle bir yağmur yağıyordu ki beyler ve bayanlar (ladies and gentlemen) !
....
Tabelaları ancak altından geçerken okuyabiliyordum bu yoğun yağmur sebebiyle. Ki, artık çok geç oluyordu okuduğumda. (Yağmur yanında göz bozukluğumun da bir etkisi varmış gerçi bu durumda. Zira ilerleyen zamanlarda evdeki tv küçük diye göremediğimi sanıp, büyük tv aldığımda öğrenmiştim gözümdeki bozukluğu. Gözlük alınca yeni aldığım tv'yi iade etmek istemiştim de, geri almamışlardı hatta. )
Bak yine uzatmaya başladık! Efendiciğime söyleyeyim, trafik işaret ve işaretçilerini görmekte bu kadar zorlandığımı fark eder fark etmez, "tabelayı kaçırınca beni Edirne'ye sürerek cezalandırabilecek" olan yol tarifinden hemen vazgeçtim ve en sol şeritte huzurlu yolculuğuma başladım. Az sonra denizi görecektim ve şaşırmayacaktım.
....
Ülkü hanımı ilk gördüğümde zaten güvenmiştim kendisine. İşte denizi görmüştüm bile, doğru söylemişti.
Ama küçük bir farkla! Deniz karşımda değil; altımdaydı.
Aman dostlar, siz siz olun, Maslak'tan Beşiktaş'a gitmek için sol şeritten ayrılmamazlık etmeyin. En sol şerit 2. köprüye bağlanıyor, 4. Levent'te.
....
Ben Anadolu yakasına Ankara'dan gelirken ve Ankara'ya giderken uğramıştım o ana kadar sadece. Keşke Edirne'ye kadar gitmeyi göze alaymışım, en azından daha yakındı. Tüh!
....
Gişeleri geçer geçmez arabayı sağa çektim, dörtlüleri yaktım ve durdum.
Sakin olmam gerekiyordu, oldum da. Yutkundum ama ağlamadım.
İlk bulduğum çözüm şu olmuştu: Arayacaktım Ülkü hanımı, yolu şaşırdığımı söyleyecektim, verdiği işleri yarın halletmeyi önerecektim.
İyi de "daha bu çocuk adliyeyi bulamıyor, nasıl avukatlık yapacak ki" demezler miydi? Derlerdi elbet. Bu itibar ve güven zedelenmesi ise mesleğimin başında olumsuz etkilerdi beni.
İkinci çözüm daha radikaldi: "Alın atınızı, s.kerim tımarınızı" diyeyim, vereyim arabanın anahtarıyla birlikte istifamı da, bineyim Nilüfer'e, döneyim mis gibi...
Bu düşünceyi çok sevmiştim. İyi de, geri nasıl gidecektim ki bunları yapmak için. Yolu bilmiyordum! Arabayı olduğum yerde bırakıp gidemezdim ya.
Maslak'ı geri bulana kadar, Eminönü'nü de bulabilirdim! O halde bu işler halledilecek, pes edilmeyecekti.
Yıllar önce birkaç ay İstanbul'da yaşamış olan eniştem Yahya abiyi aradım. Avukattı ama mühendis zekası vardı bu çocukta, duruma göre çözüm üretebiliyordu. "Madem ki karşıya geçmiş bulundun Uygarcım, oradan Kadıköy'e git, orada arabayı park et, Kadıköy'den Eminönü vapuruna bin..."
Ülen hadi Kadıköy'ü bulduk diyelim... Biz yıllarca vapura binmedik ama, kötü havalarda vapur seferlerinin iptal edildiğini dinleyerek büyüdük, hava durumu bültenlerinden. O kötü havalar hangisiydi ki? Bu yağmurda vapur olur muydu?
Allahın hakkı dört! Dördüncü çözüm kesin çözüm olmalıydı. Yusuf harbi mühendisti. Hem de İTÜ mezunu olduğundan, İstanbul'u biliyordu. Durumu izah ettim ve beni canlı destekle Eminönü'ne götürmesini rica ettim. Kontörüm ya da şarjım, hangisi daha çabuk biter, bittiğinde nerede olurum bilmiyordum. Yusuf, yusuf yusuf seslerini dindirmiş, şimdi orda bir köprü var, oradan sağa dön, şimdi sağında şöyle bir bina olmalı vs. diye diye Eminönü'ne getirmişti beni. Tamamdır kardeşim, sağ ol, dedim.
Eminönü'ne geldikten sonra otopark bulmam o kadar kolay olmuştu ki, anlatamam...
...
Sirkeci adliyesindeki işim de kolay halloldu. Sirkeci'den Sultanahmet'e nasıl gidileceğini öğrendim, bindim tramvaya gittim.
...
İcra dairesinde, bir icra takibi açmak istediğimi belirttim. İcra Müdür Yardımcısı o saatten sonra takip açamadıklarını belirtti. Ben de –kendisinin müdür yardımcısı olduğunu bilmeme rağmen- “vallahi müdürüm, yarın sabahtan çıksam yola, yine bu saatte burada olurum ben, onun için açın siz bu takibi” dedim. İcra dairesindeki herkes bu net çıkışım karşısında bana bakıyor, müdür yardımcısı da “seyirci merak ediyor” dercesine, “nereden geliyorsunuz ki” sorusunu bana yöneltiyordu. “Maslak’tan geliyorum a.q. zoruna mı gitti” dercesine, “Maslak” dedim, güldüler. Bu kez “Ankara’dan geldiğimi” söyleyip şakacı biri olduğumu belli ederek, çaktırmadan kıvırdım.
Siz masrafları bırakın biz yarın açarız takibi dediler, bana acıyarak. Güvendim, bıraktım masrafı… (Açmışlar takibi. )
Sultanahmet adliyesinin önünde, Sultanahmet Camiinin içindeymiş gibi huzur doldu içime… ÖYS’den çıkmış gibiydim… Sınav bitmişti ya, sonucu önemli değildi artık.
…
Bu huzur çok kısa sürdü.
Ülen araba nerdeydi! Ben kendi bulduğum bir otoparka bırakmıştım arabayı, onlar da bana bir akbil vermişlerdi sadece. Eminönü’nü, Sultanahmet’i, Maslak’ı sor herkese; göstersin, anlatsın. Benim araba nerde diye kime sorayım! Plakasını bile bilmiyorum arabanın…
“Hasssskttiiir” lafını o ana kadarki kullanımlarımın tamamının fuzuli olduğunu fark ettim. O an içinmiş meğer. O an da kullandım.
Filmi geri sararak, önce icra dairesine girdim, sonra tramvaya bindim, sonra Sirkeci adliyesine gittim ve otoparkı buldum. Akbil’i verdim, araba neydi abi dediler, vectra dedim. İçine binince doğru araba olduğunu anladım.
Otoparkçıya, Maslak’a nasıl gidebileceğimi sordum… O da aynı şekilde başladı anlatmaya… “Biri kolay ama trafik olur…” Aman abim sen kolayı anlat bana dedim. Ülkü hanım evine gitmek için benim dönmemi, daha doğrusu arabayı bekliyordu. Biraz beklemesi, Ankara’ya ya da Edirne’ye gitmemden kötü değildi ya. Trafikli ve kolay yolu seçmeliydim. Ki herkes orayı tercih ettiğinden trafik vardır o yolda. Herkes tercih ediyorsa da bir bildikleri vardı mutlaka…
İyicene öğrendim kolay olan ve zaten geldiğim yol olan yolu.
100 metre gitmemiştim ki, polis durdurdu beni. Dedi, yol kapalı. Dedim, abim, bokunu yiyim, benim bu yoldan gitmem lazım. Polis gerçekten iyiye gül, kötüye dikenmiş. Tüm iyi niyetiyle, kendisi müsaade etse bile, yolda çalışma olduğundan o yolu kullanmamın mümkün olmadığını izah etti bana… Peki nasıl gideceğim ben Maslak’a dedim. Unkapanı Köprüsünü biliyor musun dedi, hayır dedim. Balat’ı biliyor musun dedi… Cevap aynı… Sonra gitti plakaya baktı: 34! Senle mi uğraşacağız birader, yol kapalı işte diyerek, diğer vatandaşların hakkı olan hizmeti bana sunamayacağını ima etti. Adildi de.
Sonra bir taksi buldum. Dedim abi düş önüme, beni Maslak’a götür, orada veririm paranı ne tutarsa.
Selçuk doğru söylemişti: İstanbul büyük ama zordu!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)