Genel müdürün makam şoförü bana tahsisliydi artık.
"Artık" derken, işe girdiğim ilk günden itibaren yani.
Şükrü abiyle birlikte gidecektik adliyelere birer kere, sonrasında ben yolu öğrenip kendim gidecektim adliyelere.
İş hayatımın ikinci haftasındaydım, Sirkeci ve Sultanahmet adliyelerinde yapılacak işler vardı. Şükrü abi de yoktu ortalıkta. İş başa düştü...
Hukuk müşavirimiz Ülkü hanım, kağıdı kalemi aldı eline, benim seviyeme göre olmasa da, normal bir geri zekalının anlayabileceği şekilde çizerek anlattı nasıl gideceğimi.
Özetle şunlardan birini yapacaktım:
İlk Edirne tabelasından sağa gireceğim, sonra bir kaç tabeladan daha döneceğim, Eminönü'ne varacağım. Aman dikkat etmeliyim, çıkışı kaçırırsam o yol Edirne'ye kadara gider! (Bu, -sonradan anladığım- TEM'den gidiş tarifi.)
Zaten bu İstanbul’da ulaşılması en kolay olan yerler Ankara ve Edirne’ydi. Mühim olan oralara gitmeden gideceğin yere varmaktı. Bunu iki haftada öğrenmiştim.
Ya da Maslak'tan, sol şeritten hiç bir yere sapmadan dümdüz gidecektim. Sonra karşıma deniz çıkacak ve yol sağa kıvrılacaktı. Bu yol basitti ama trafik çok olurdu bu yolda. (Bu da, Barbaros Bulvarı’nı takip ederek gidiş-miş. )
Tarifi aldım elime, şöyle bir baktım... Sonra Edirne tabelasını ilk hedef edinip otoparka indim...
....
Yılların şoförüydüm ama Renault 9 Broadway şoförüydüm...
O gün kullanmam gereken, hukuk müşavirinin arabası olan vectra'nın şoför mahalline kıçımı koymuştum ama ayaklarımı da içeri alıp kapıyı kapatmam bir türlü mümkün olmuyordu. Nereye gitmişti ki bu koltuğun altındaki, koltuğu ileri geri hareket ettirmeye yarayan demir çubuk?
Telefon belki eksi 4. katta olduğum için değil de, arabanın kısmen içinde olduğum için çekmiyordur diye düşündüm. "Yav bu vectraların koltuk çekme demiri nerde" diye arayıp birine sormak üzere arabada kalan kıçımı da arabadan dışarı çıkarttım.
"Sorunları halletmek istiyorsan, meseleye dışarıdan ve hatta yukarıdan bakmalısın" benim için hep bir hayat düsturu olmuştur. Dışarıdan bakınca, koltuğu ayarlamaya yarayan “düğmeleri” gördüm.
Böylelikle arabaya tamamen bindim ve otoparktan yukarı çıktım, plazanın önüne kadar geldim... Daha dün gibiydi oysa, iş görüşmesinde "araba kullanmayı biliyorum ama İstanbul'u şu binanın etrafında bir tur atabilecek kadar bile bilmiyorum" dediğim gün...
Buraya kadar gelirken, araba sürekli ötüyordu... Broadway ötmezdi ama, yeni arabalarda emniyet kemerini takmayınca arabaların öterek "hayat her şeye rağmen güzeldir" mesajı verdiğini biliyordum. Emniyet kemerini taktım... Biraz gittim, yine öttü...
Okumak gibisi var mı be! Temel abimin bürosunda okuduğum Oto Show dergileri yetişti imdadıma. Benzin az olduğu için ötüyor olmalıydı bu araba.
Benzinin de yeterli düzeyde olduğunu fark etmemle birlikte, sürekli ağlayan bir bebeğin niye ağladığını bulmaya çalışan annenin çaresizliği içine girmiştim. Uykusu gelmiş olamazdı ya bu bok yiyenin.
Neyse, uzatmayalım... Park sensörü denen illetle o an tanıştım.
Tanıştığımıza memnun olduk ve yola koyulduk.
....
Aman allahım (oh my god) ! Öyle bir yağmur yağıyordu ki beyler ve bayanlar (ladies and gentlemen) !
....
Tabelaları ancak altından geçerken okuyabiliyordum bu yoğun yağmur sebebiyle. Ki, artık çok geç oluyordu okuduğumda. (Yağmur yanında göz bozukluğumun da bir etkisi varmış gerçi bu durumda. Zira ilerleyen zamanlarda evdeki tv küçük diye göremediğimi sanıp, büyük tv aldığımda öğrenmiştim gözümdeki bozukluğu. Gözlük alınca yeni aldığım tv'yi iade etmek istemiştim de, geri almamışlardı hatta. )
Bak yine uzatmaya başladık! Efendiciğime söyleyeyim, trafik işaret ve işaretçilerini görmekte bu kadar zorlandığımı fark eder fark etmez, "tabelayı kaçırınca beni Edirne'ye sürerek cezalandırabilecek" olan yol tarifinden hemen vazgeçtim ve en sol şeritte huzurlu yolculuğuma başladım. Az sonra denizi görecektim ve şaşırmayacaktım.
....
Ülkü hanımı ilk gördüğümde zaten güvenmiştim kendisine. İşte denizi görmüştüm bile, doğru söylemişti.
Ama küçük bir farkla! Deniz karşımda değil; altımdaydı.
Aman dostlar, siz siz olun, Maslak'tan Beşiktaş'a gitmek için sol şeritten ayrılmamazlık etmeyin. En sol şerit 2. köprüye bağlanıyor, 4. Levent'te.
....
Ben Anadolu yakasına Ankara'dan gelirken ve Ankara'ya giderken uğramıştım o ana kadar sadece. Keşke Edirne'ye kadar gitmeyi göze alaymışım, en azından daha yakındı. Tüh!
....
Gişeleri geçer geçmez arabayı sağa çektim, dörtlüleri yaktım ve durdum.
Sakin olmam gerekiyordu, oldum da. Yutkundum ama ağlamadım.
İlk bulduğum çözüm şu olmuştu: Arayacaktım Ülkü hanımı, yolu şaşırdığımı söyleyecektim, verdiği işleri yarın halletmeyi önerecektim.
İyi de "daha bu çocuk adliyeyi bulamıyor, nasıl avukatlık yapacak ki" demezler miydi? Derlerdi elbet. Bu itibar ve güven zedelenmesi ise mesleğimin başında olumsuz etkilerdi beni.
İkinci çözüm daha radikaldi: "Alın atınızı, s.kerim tımarınızı" diyeyim, vereyim arabanın anahtarıyla birlikte istifamı da, bineyim Nilüfer'e, döneyim mis gibi...
Bu düşünceyi çok sevmiştim. İyi de, geri nasıl gidecektim ki bunları yapmak için. Yolu bilmiyordum! Arabayı olduğum yerde bırakıp gidemezdim ya.
Maslak'ı geri bulana kadar, Eminönü'nü de bulabilirdim! O halde bu işler halledilecek, pes edilmeyecekti.
Yıllar önce birkaç ay İstanbul'da yaşamış olan eniştem Yahya abiyi aradım. Avukattı ama mühendis zekası vardı bu çocukta, duruma göre çözüm üretebiliyordu. "Madem ki karşıya geçmiş bulundun Uygarcım, oradan Kadıköy'e git, orada arabayı park et, Kadıköy'den Eminönü vapuruna bin..."
Ülen hadi Kadıköy'ü bulduk diyelim... Biz yıllarca vapura binmedik ama, kötü havalarda vapur seferlerinin iptal edildiğini dinleyerek büyüdük, hava durumu bültenlerinden. O kötü havalar hangisiydi ki? Bu yağmurda vapur olur muydu?
Allahın hakkı dört! Dördüncü çözüm kesin çözüm olmalıydı. Yusuf harbi mühendisti. Hem de İTÜ mezunu olduğundan, İstanbul'u biliyordu. Durumu izah ettim ve beni canlı destekle Eminönü'ne götürmesini rica ettim. Kontörüm ya da şarjım, hangisi daha çabuk biter, bittiğinde nerede olurum bilmiyordum. Yusuf, yusuf yusuf seslerini dindirmiş, şimdi orda bir köprü var, oradan sağa dön, şimdi sağında şöyle bir bina olmalı vs. diye diye Eminönü'ne getirmişti beni. Tamamdır kardeşim, sağ ol, dedim.
Eminönü'ne geldikten sonra otopark bulmam o kadar kolay olmuştu ki, anlatamam...
...
Sirkeci adliyesindeki işim de kolay halloldu. Sirkeci'den Sultanahmet'e nasıl gidileceğini öğrendim, bindim tramvaya gittim.
...
İcra dairesinde, bir icra takibi açmak istediğimi belirttim. İcra Müdür Yardımcısı o saatten sonra takip açamadıklarını belirtti. Ben de –kendisinin müdür yardımcısı olduğunu bilmeme rağmen- “vallahi müdürüm, yarın sabahtan çıksam yola, yine bu saatte burada olurum ben, onun için açın siz bu takibi” dedim. İcra dairesindeki herkes bu net çıkışım karşısında bana bakıyor, müdür yardımcısı da “seyirci merak ediyor” dercesine, “nereden geliyorsunuz ki” sorusunu bana yöneltiyordu. “Maslak’tan geliyorum a.q. zoruna mı gitti” dercesine, “Maslak” dedim, güldüler. Bu kez “Ankara’dan geldiğimi” söyleyip şakacı biri olduğumu belli ederek, çaktırmadan kıvırdım.
Siz masrafları bırakın biz yarın açarız takibi dediler, bana acıyarak. Güvendim, bıraktım masrafı… (Açmışlar takibi. )
Sultanahmet adliyesinin önünde, Sultanahmet Camiinin içindeymiş gibi huzur doldu içime… ÖYS’den çıkmış gibiydim… Sınav bitmişti ya, sonucu önemli değildi artık.
…
Bu huzur çok kısa sürdü.
Ülen araba nerdeydi! Ben kendi bulduğum bir otoparka bırakmıştım arabayı, onlar da bana bir akbil vermişlerdi sadece. Eminönü’nü, Sultanahmet’i, Maslak’ı sor herkese; göstersin, anlatsın. Benim araba nerde diye kime sorayım! Plakasını bile bilmiyorum arabanın…
“Hasssskttiiir” lafını o ana kadarki kullanımlarımın tamamının fuzuli olduğunu fark ettim. O an içinmiş meğer. O an da kullandım.
Filmi geri sararak, önce icra dairesine girdim, sonra tramvaya bindim, sonra Sirkeci adliyesine gittim ve otoparkı buldum. Akbil’i verdim, araba neydi abi dediler, vectra dedim. İçine binince doğru araba olduğunu anladım.
Otoparkçıya, Maslak’a nasıl gidebileceğimi sordum… O da aynı şekilde başladı anlatmaya… “Biri kolay ama trafik olur…” Aman abim sen kolayı anlat bana dedim. Ülkü hanım evine gitmek için benim dönmemi, daha doğrusu arabayı bekliyordu. Biraz beklemesi, Ankara’ya ya da Edirne’ye gitmemden kötü değildi ya. Trafikli ve kolay yolu seçmeliydim. Ki herkes orayı tercih ettiğinden trafik vardır o yolda. Herkes tercih ediyorsa da bir bildikleri vardı mutlaka…
İyicene öğrendim kolay olan ve zaten geldiğim yol olan yolu.
100 metre gitmemiştim ki, polis durdurdu beni. Dedi, yol kapalı. Dedim, abim, bokunu yiyim, benim bu yoldan gitmem lazım. Polis gerçekten iyiye gül, kötüye dikenmiş. Tüm iyi niyetiyle, kendisi müsaade etse bile, yolda çalışma olduğundan o yolu kullanmamın mümkün olmadığını izah etti bana… Peki nasıl gideceğim ben Maslak’a dedim. Unkapanı Köprüsünü biliyor musun dedi, hayır dedim. Balat’ı biliyor musun dedi… Cevap aynı… Sonra gitti plakaya baktı: 34! Senle mi uğraşacağız birader, yol kapalı işte diyerek, diğer vatandaşların hakkı olan hizmeti bana sunamayacağını ima etti. Adildi de.
Sonra bir taksi buldum. Dedim abi düş önüme, beni Maslak’a götür, orada veririm paranı ne tutarsa.
Selçuk doğru söylemişti: İstanbul büyük ama zordu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder