31 Aralık 2020 Perşembe

21’li bir şeydi diğ mi o en uzun ece?


1996’yı 97’ye bağlayacak yılbaşını karşılamak için Ankara’ya gitmiştim kuzenim Çağlar’ın yanına. Çağlar o zaman mülkiyeli, ben de dershaneliydim. Belki seneye Ankara’da üniversiteli olacaktım, kim bilir.

Çağlar beni Ankara ile tanıştırırken Çağla isminde bir arkadaşı ile de tanışmıştık. Çağla bana 1993 yılının Ece ajandasını hediye etmişti.

Ben o ajanda ile 97 yılında Ankara Hukuk’a girdim. 2002’de de mezun oldum. Ajanda duruyor hala. %20’si ancak doldurur galiba. Erkan’la derslerde sıkılıp da oynadığımız S.O.S ve adam asmaca oyunları için kullanılmış sayfalar dahil.

2020’ye girerken üniversiteden arkadaşım Fevzi bana yeşil bir Moleskine ajanda hediye etti. Ben cari yıla ait ajandaları sadece kurumsal firmalar hediye eder zannederdim. Ece ajandası dışında da promosyon olmayan ajanda bilmiyordum zaten. Bu ajanda başka bir şekilde elime geçse Moleskine ne markası acaba diye araştırmazdım da belki, ajanda bastırdığına göre kurumsaldır deyip geçerdim.

Fiyatını görünce bir şaşırdım. Fevzi kullanmayacaksan da bir düğünde takarsın birine dedi. Haklıydı.

İpin ucundaki ateşi yaklaşan bir bomba gibi durdu elimde ajanda birkaç gün. Düğünde takılmazdı, bozdurulmazdı da hediye başkasına da hediye edilmezdi. 5-6 yıl önce yine kurumsal bir yerden gelen güzel bir cross kalemim vardı, kullanmadığım. Çıkardım koydum onu da ajandanın yanına. Daha ne zaman kullanacaktım… Alınacak nottan başka eksiğim kalmamıştı artık yeni bir yılı yaşamak için.

6 Ocak’tan 13 Mart’a kadar güzel güzel notlar almışım. Şimdi dönüp bakıyorum da yarısını okuyamıyorum, diğer yarsını da hatırlamıyorum…

Eskilerine benzemeyen, dolayısıyla yeni olan bir yıl, sonrasında başlamış o son notun.

Şimdiye kadar en yoğun çalıştığım günlerle başladı…

En hızlı şekilde en çok kiloyu verdim,

Hiç fark etmeden daha fazlasını alıverdim,

Çalışma hayatımın en uzun izni,

En bol seyahatli tatilini yaptım.

Şimdilerde verdiği nüfus kağıtlarına, düştüğü ölüm kayıtlarına evraktan öte kıymet vermeyen bir nüfus memuru kayıtsızlığında yapıyorum geçiyorum işimi… Mesai dışında hiçbir zaman diliminin başlangıç ya da bitişi önem arz etmiyor benim için.

Birkaç ajanda daha geldi hediye yine. 

Onlara kıyamadım, buraya not düştüm.



7 Kasım 2020 Cumartesi

Kapanmayan yara ile kolay açılanın müsabakası

Andropozdan olduğunu sanmıyorum, zira uzun zamandır vardı bir küpe hevesim. (Görece sonradan peyda olan dövme hevesi ondandır belki, ona söz veremem. )

***

Sokağa çıkma yasakları bitip de henüz diğer yasakların bitmediği dönemde Yedi Uyurlar gibi bambaşka bir dünyaya uyanmıştım.

Dede Bar'a sadece müzik dinlemeye giderdim. Mümkünse yalnız giderdim. Mümkünse kimseyle muhatap olmadan müziği dinlemek isterdim. Oysa şimdi Dede Bar'ın sadece müziği yoktu. Ki öncesinde benim için başka hiç bir şeyi yoktu! Oradaydım ama yine de.. Üstelik eskisinden daha sık galiba.
Herkes bu "abisini" tanıyordu ama ben kimseyi tanımıyordum.

Benim için müziğinden başka şeyi olmayan müziksiz mekanın önünde buluşmaya başlamıştı insanlar, virüsün bir yakınından değil de elden birinden bulaştığına inanıp da oradaki herkesi yakını görmeye başladıkça.

Ben "abileri" olarak onları kardeş olarak değil arkadaş olarak görmeye direniyordum. (Kardeşim Okşan'a karşı da vermiştim o mücadeleyi ama artık büyümüştüm, yeniden deneyebilirdim.)

Kulağı deliksiz, bedeni dövmesiz, sabit gelirli beyaz bir Türk olarak, sofralarında bana yer açan insanların sabrını daha fazla zorlamak zorluyordu beni.

Bir sarhoş nidası olan "Öpüjem"i der gibi, hadi benim kulağı deldirek demeye başlamıştım yeni kankalarıma, o saate kulak delen yer kalmamış olacağına güvenerek. O saatte de açık yerler olacağını bilemeyecek kadar uzaktım mevzuya. Sağ olsunlar demediler onlar da ilk günden, kulak delinen yerlerin 17:30'da kapanan devlet daireleri olmadığını.

O goygoy muhabbetlerinden anlamıştım: kulak deldirmek can yakmayan, ucuz bir işlemdi. Ama anlamak ile tecrübe birbirine eşit değildi.

O gün geldi çattı.

O günü de az bi açam, zira ilerim olursa ileride atıf yaparım muhtemelen bu mevzuya:

Blog'un yıllar önceki bazı yazılarında Sinem olarak anılan kişi, uzun yıllar önce evli olduğum kişidir. Kendisi ile yaklaşık iki yıldır hukuki kılıf içinde bir kavgaya giriştim. Sanırım hayatımdaki ilk kavgam bu. Çocukken bir dayak yemiştim ama bir kavgaya girmediğim içindi o. Çok yordu bu kavga beni. Az daha yorsa kavgaya girdiğime pişman olacağım. O derece...
Neyse işte, az bi açılan bu ikincil konu esasen bir parantezin içinde kalması gerektiğini bilsin.. O kavgada yemeye hazırlıklı olduğum yumruklardan birisini vakitsiz yemiştim.

Gün o, yukarıda bahsi geçen parantez içinde olması gereken gün idi işte.

Yine düşmüştük müziksiz Dede'nin önüne. Promilimi yanıma alıp gelmiştim. Hadi gidek dedim..
Artık kulak delicilerin o saatte de açık olduğunu bildiğimi bilerek bunu söylüyor olmam ciddiye alınmıştı ki ciddiydim gerçekten.

Sadece üç beş dakika içinde kulağımı delmişlerdi. Sadece 70-80 lira gibi bir paraya. Tuvalete gidenlerden daha kısa bir sürede yıllarca yaptıramadığım şeyi yaptırmış olarak dönmüştüm masaya.

Deliğin kapanmaması gerekiyordu; kulağıma küpe olmuştu bu söz.

İşimde gücümde buna engel olacak bir gündem olmaz diye umarak devam ettim hayatıma biraz.

2-3 gün yetecekti. 8-10 gün sonra çıkarmak zorunda kaldım ilk kez. Takamadım geri. Bir küpeciye gittim, o da takamadı. Oradan başka bir küpe daha aldım, onu da takamadılar. Geri ilk delişi yapan yere gittim...

Sonraki çıkarmak zorunda kalışlarımda da yeni küpeler aldım, aynı şeyler oldu falan. (Zorunda kalışlarım ne kadar zorunluluk, o topa giremeyeceğim şimdi, kusura bakmayın lütfen.)

Birkaç gün önce kapanmaz olmuştur artık dedim yaram ve çıkardım küpeyi. Takamadım yine geri. Birkaç küpeciye gittim yaramı kapatmasın, kapanmamış olduğunu tescillesin diye...

Sonuncusu "abi çok şanslı insansın, senin yaraların çabuk iyileşir" dedi. Kapanmaya yakın bu, biraz uğraşmak lazım küpeyi geçirmek için dedi.

O sırada bir çocuk geldi, kulağını deldirdi. 1 dakika bile sürmemişti.

Benim kulağa da yeni delik delsek olur mu dedim. Olur ama istediğin küpe olmaz dedi, tabancaya takılan küpe olur sadece dedi. Benim istediğim küpe yoktu ki zaten. Yaram iyileşmesin, yeniden o gaza gelmeye uğraşmayayım istiyordum sadece.

10—15 saniye sonra yeni bir delik açılmıştı kulağıma ve yeni bir küpe takılmıştı. Borcum nedir dedim, 10 TL dedi...

Bunun için mi bu delik kapanmasın diye telaş yaptım ben günlerdir diyemedim...

*****
Kuzenim Çağlar, sanırım sevmesem de olabileceğini bildiğim halde sevdiğim ilk insandır. Ondan mütevellit, kendi başıma gelmediği halde bir acıyı hissetmeyi de ilk onunla tecrübe etmiştim. Çağlar benim gibi bir çocukken annesi ölmüştü. İnsanın annesinin ölmesi nedir, hâlâ en ufak bir fikrim yok. Ama çok üzülmüştüm o zaman. Üzülmek ne ki, teselli etmeye bile kalkmıştım Çağlar'ı.
--
Birkaç yıl önce Çağlar'ın annesi Hikmet yengemin olduğu bir videoyu izletti Çağlar bana. Onun eline de yenilerde geçmişti video o günlerde. Sesini neyse de yüzünü nasıl da unuttuğumu fark ettim yengemin utanarak. Meğer Çağlar da hissetmiş benzer bir şeyi. O vesileyle anlattı bana:
Annesinin cenazesinde bir kadın Çağlar'a "Allah acını unutturmasın" demiş. Çağlar da uzun süre anlamamış bunun bir beddua değil, iyi dilek olduğunu. Annesini rüyasında görememeye başlayıncaya kadar.

***
Ben ki en sevdiği şarkı sözlerinden birisi "acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir" olan biriyim. Pek bir küpe oldu kulağıma Allah acını unutturmasın sözü de haliyle...

***
Valla kusura bakmayın da...
Şöyle sikindirik bir tüme vardım ben bugün tüm bunlardan:
Kulak dediğin şey pıt diye deliniveriyormuş...
Her kalıcı iz için de o kadar, ya da sandığın kadar acı çekmek şart değilmiş.

İz bırakmak isteyen Allah acı çektirmeden de şaapabiliyor.

***
Biten aşklara sahip çıkmak da o insan için çektiğin acıları anmak gibi değil mi Mihriban? Ayrılıktan zor bellemedik ya ölümü...

***

Belki yeni eski aşklar da olur pıt diye, o kadar da acı çekmeden... Hı?

***

“Müsabaka“ ne ayrıca, yakışıyor mu küpeli bir insana öyle başlık?




7 Haziran 2020 Pazar

Okuyup üfle!

Sen bu anımı bilir misin ya da hatırlar mısın bilmiyorum/hatırlamıyorum.

En az 11 yıl önce idi. Mey İçki'den Süleyman, Arzu ve Başar ile Beşiktaş'ta bir yerde içiyorduk. Hava da içmeyip de ne yapacaksın havasıydı tam. O dönem yoğun bir iş hayatım ve de iş hayatımın yoğunluğundan olduğunu sandığım rutin bir kendi hayatım vardı. Acıyordum kendime.

Laf laf açtı ve o günün 8 Haziran olduğunu, onun da senin doğum günün olduğunu fark ettim bir anda.
O dönem o kadar da eski dostum olmayan iş arkadaşlarımın yanında, o kadar da sarhoş değilken hiç birimiz, başladım ağlamaya. Bu iş bana ne veriyor da kardeşimin doğum gününü unutacak hale getiriyor beni diye kızarak, üzülerek.

Sen, ben beni bildim bileli hayatımdasın. Doğumunu falan hatırlamıyorum. Ama hayatımıza sonradan girdiği halde, sanki biz bizi bildik gibi varmış gibi davranan, mecburiyet, asıl hayat falan diye kendini bize yutturmaya çalışan iş güç telaşesiyle o gün bakışıp, apışıp kalmıştım.

Kardeşliğin emekliliği falan yok, çünkü bir iş değil. Ama bazen biraz güç.

Gücü işinden çok.

Hazır aklımdayken bir çiçek göndermek yerine, nasıl aklımdaysa bunu gönderiyorum sana.

Tanrı o sanrının ömrümden alsın, seninkine katsın.







1 Haziran 2020 Pazartesi

Geldi gene tipini sevdiğimin günleri 1

Akşam erkenden uyudum. Gerçekten erkenden. Sonra hala erken olan bir saatte telefonuma gelen mesaj sesiyle uyanıp muhtemelen geç olan bir saate kadar uyuyamadım.

Alarm ötmeden bir uyandım, bir kere alarmda, son olarak da alarmdan biraz sonra.

Tıraş makinemin üretim çarkları döndü önce. Birkaç gün önce kesilebilir hale getirdiğim sakallarımı kestim. Medeni dünyada istenmeyen tüyler var. Bir önceki çağın istenmeyen berberlerinin aksine.

Bulmuşken tıraş olmamış halimi aramasınlar bir de.

Ne giysem diye önce bir gardroba baktım. Sonra bir de camdan dışarı. Pek emin olamadım. Kışlık bir gömlek, baharlık bir pantolon, yazlık bir ayakkabı giydim. Fındık ve bira almaya değil de çalışmaya giderken neleri kontrol ediyorduk ki diye check list şeklindeki paspaslari getirdim gözümün önüne.

Cüzdan, anahtar ve telefonu yanımıza almadan çıkmıyorduk ıssız adadan, hatırladım.

Asansörle değil de merdivenden indim, takdir ettim kendimi.

Ve beynime karışan ilk oksijenle ilk inovatif fikrim geldi: her gelene sevinip her gidene üzülen paspasların yüzü maskeli olanı!

Takmayı unuttuğum maskemi almak için geri dönerken henüz deneme süresindeki takdirime bir şans daha verip, merdivenden geri çıktım eve. Açtım maske kutumu. Senem'den aldığım maskeyi özel günlerde kullanırım diye takmadım yine. Burnu telsiz olanlar da ilk gün için özensiz kaçardı. Burnu telli olup, kendisi bez olan ama lastiği kulağa değil de enseye geçen smart causal bir tane takıp, çıktım.

Artık hazırdım kaç gün süreceği henüz açıklanmayan sokağa çıkma zorunluluğu günlerine.

Bir iki toplantıya katıldım, akşam trafiğinde yol üstündeki barlara, meyhanelere baktım. Erol Taş'ın kocaman bir butu ısırışındaki iştahla içiyorlardı. Beni ekmek için plan iptal oldu demişlerdi sanki de günlerdir takılıyorlardı böyle. Alacakları olsun eğer öyleyse.

Gerçi ektikleri de iyi olmuş sanki be. (Siz bu satırı montajda atın, Nihat Abiye ayıp olur yayını izlerse.)

Evim artık burnumda tütmekte idi. Tuzlu fındıkçı kapanmadan beni karşıya yetiştirecek bir vapur bulup atladım.

#hayatarafasığar

31 Mayıs 2020 Pazar

Benim bedenim senin kararın

Yarın sabah alarm çalacak ve başlayacak rüyalı, kabuslu uyku yeniden.

Oysa önceki günlerin gerçek, pandemi günlerinin bir kabus olduğunu düşünüyordum başlarda. Sonraları ise kabus değil, bir rüya olduğunu sanmaya başlamıştım.

Alarm denen şey, kötü sonuçlardan korunmak için var. Arabanız çalınmasın, yemeğiniz fırında yanmasın falan diye.
Alarm kurmadan uyumak ise uyanma vaktinizle herhangi bir kötü sonuç arasında hiç bir bağın olmaması demek.

Bundan başka kabus nasıl olabilir ki, gözünüzü açtığınız anda, sırf gözünüzü açtığınız anın o an olması sebebiyle bir sürü kötü sonuçla karşılaşabiliyorsunuz daha günün başında.

Doğru zamanda uyanmak için alarmı kurdunuz diyelim, doğru zamanda acıkmak için, doğru zamanda tuvaletinizin gelmesi için ne yapacaksınız acaba? Ne ilginç değil mi, annelerimizi bez değiştirmekten kurtarmak için başladığımız eğitim sürecinde master seviyesine kadar gelmiştik hiç fark etmeden? Umarım yabancı bir dil gibi nankör değil de, bisiklete binmek gibi hatırlanan bir şeydir de zorluk çekmeyiz yarın.

Hiç bir engel yokken, demek ki istemediğimiz için okumadığımız kitapları, yapmadığımız sporları, sanki bir engel var da ondan yapamıyoruz sanmaya başlayacağız yeniden, üzerimize çöken bir karabasan gibi.

Telefonla, videoyla görüşürken 5-10 dakika sohbet edemediğimiz arkadaşlarımızla 4-5 saat oturup, saatlerce sohbet ettik diyeceğiz sonunda da kendimize yeniden. Tüm gece sürdüğü sanılan 3-5 saniyelik rüyalar gibi.

Eskiden olanlara dönüşe yeni normal diye isim koydular bir de. Eskiyi yeniyi bilemem de, normal demek normal mi gerçekten bunlara?

Bu gece uyanıklığımdan gözümün en apaçık olduğu saatlerde bir o yana bir bu yana sallaya sallaya sarsmaya başlayacaklar beni, uyuyayım diye.
Uyuyacağım elbette, büyüyeceğim de.





22 Mayıs 2020 Cuma

Susturan ses, karartan ampul

Hani Vizontele'de Deli Emin televizyonu duyunca "radyonun resimlisidir, şerefsizim benim aklıma gelmişti!" der ya... İşte öyle bilimsel şeyler pek gelmedi benim aklıma aslında.

En çok hayranlık duyduğum icat, elektrikli battaniye olmuştu benim. En çok onun mucidine dua ettim sanırım hayatımda.

"Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama sen, öldüğünün farkında değilsin" diyor ya hani bir başka filmde de. Farkındaydım ben. (Zaten de Issız Adam henüz çekilmemişti o zaman. Havuçlu keki de Issız Adam değil, sadece Elife Teyze güzel yapardı. Annemin tarif defterinde "Elife'nin keki" diye yazardı o, havuçlu kek diye değil.)  Uyumak tatlı gelirdi ama o yatağa girişin tatlı bir uykuya değil, donarak ölüşe gideceğini sanarak o tatlı uykudan kaçmaya çalıştığımız yıllardaydı elektrikli battaniyenin tek odasında soba yanan evlerimize girişi.

O sıcak karşılayış sizi ölüme de götürürse götürsündü. Ayağımı yorganıma göre uzatırsam şayet, ayaklarımın bir kısmı yatağın soğuğuna denk gelirdi. Cenin pozisyonu almak sizi depremden ne kadar korur bilemem ama beni elektrikli battaniyenin sıcak kollarına sığdırırdı.

Dua ederek uyurdum çocukken hep. Yok yok, az sonra donarak öleceğim diye son dileklerimi sıraladığım dualarım olmazdı onlar. Gerçekten birilerinin iyiliği için olacağını sandığım ama bana huzur verdiğinden emin olduğum dualardı. İçinde yaşamayanlardan peygamberin, Atarürk'ün ve dedemin geçtiği dualarıma en içten şekilde, hayatta olup olmadığını bilmediğim elektrikli battaniyenin mucidini de ekledim. (Ne ölmüş olacaktı ki, olsa olsa gelecekten olabilirdi gerçi o.)

----

Uzaya gidenlerle bilgisayarı icat edenler neyse de, elektrikli battaniyeyi icat edebilen bilim insanları başka şeyleri de yapabilirdi. Bunu fark etmiştim.

Benim bilim insanlarından tek beklentim olan, gelecekteki hayatımda olmasını hayal ettiğim, yapılabileceğine inandığım tek şey (tek deyip duruyorum ama çift olarak düşündüm onları hep, bir çift çorabın sağ teki ile sol teki gibi.) (Bilal sen okuyorsan ikinci örnek de vereyim: iki eldivenin her bir teki gibi) sessizlik sesi ve siyah ışıktı. Teybe bir kaset koyacaksın, teybin sesini ne kadar açarsan ortamdaki sesi o kadar soğuracak. Öyle ki sonuna kadar açarsan o kaset varken teybin sesini, odadaki iki kişi birbirini duyamayacak.

Bir de siyah ampul olacak, sonuna kadar açınca zifiri karanlık olacak her yer.

----

6-7 yıl önce bir güneş gözlüğü beğendim. Hiç ihtiyacım yoktu ama pek de beğenmiştim. Onu beğendikten ama henüz almadıktan sonra bir yurt dışı seyahatim olmuştu. (Bir yurt dışı diyorum ama birden çok yurdun dışı idi.) (Bilal sen hala buradaysan: bir diş fırçası derken, 32 dişin birden fırçasının ifade ediliği gibi de düşünebilirsin sen.)  Her geçtiğimiz ülkede sordum zaten ihtiyacım olmayan o gözlüğü bari daha ucuz bulur muyum diye. Bulamadım. Dönünce aldım. Bir de numaralı cam yaptırdım ona, bozuk gözüme göre. Fakat orijinal camının dışarıyı gösterdiği renkleri o kadar beğendim ki, gözlüğü kendi camıyla kullanmaya karar verdim. Yaptırdığım numaralı camlar ziyan olmasın diye de ne yazık ki resim değil çerçeve aradım o sıra.

----

Okşan ziyaretime gelmişti yanıma. Civardaki en sevdiğim yerleri hızlıca göstermek istiyordum ona. Buralara ilk geldiğimden beri hasbelkader girdiğim Gülbahçe-Karaburun yolu sadece bu civarın değil, memleketin en sevdiğim yeri, yanı olmuştu benim için. (hâlâ da öyledir) Okşan'ı da o yoldan geçirmek, Karaburun'a götürmek istedim. Ben bir yandan o virajlı yolda araba kullanırken, bir yandan da manzaraya bakıyordum göz ucuyla. Ne kadar güzel değil mi, bembeyaz köpük, masmavi deniz, yemyeşil ağaçlar falan diye ben içimdeki coşkuya destek arıyorum. Sağda oturup manzaraya doya doya bakabilen Okşan ise "hıı, gerçekten güzelmiş abi" diyor. İçten içe, lan bu tepki için buralara gelmeye ne gerek vardı, Mavişehir'in bataklığında da der bunu Ankara'dan gelen biri diyordum.

Ben bir ara terleyip gözlüğü çıkardım. O sırada Okşan alıp taktı gözlüğü. Allah belanı versin abi, bana niye baştan göstermedin bu manzarayı dedi. İyi ki bu parkuru seçmişim rehber olarak diyebildim sonunda neyse ki. Bonus olarak gözlüğü de gereksiz yere almamla ilgili vicdan azabım son buldu. Yetmezmiş gibi, olaylara başkasının gözüyle bakmak ile ifade edilmeye çalışan şey hakkında da bir fikrim, tahminim oldu.

----

Pandemi öncesinde bizler ofislerimizde çalışırken, masa başı işi olmayan birileri de İzmir'in en yüksek binasını dikmek için çalışıyorlardı, bizim ofisin hemen yanı başında. Benim beyaz yakama toz gelmiyordu o mavi yakalıların çalışmalarından ama sesleri sıkıyordu canımı. O seslere bir çare ararken öğrendim:

Bulmuş Deli Eminler "o"nu, adını da televizyon değil "noise cancelling" koymuşlar. Dışarıdaki gürültünün frekansını dinleyip aksi yönde frekans üreten bir teknolojiyle donatılmış kulaklıklar varmış. Müthiş gerçekten. Düğmeye basıyorsun, duymak istemediğin her ses yok oluyor. Hatta duyduğunu fark etmediğin, susunca duymamak istediğini fark ettiklerini de.

----

Erol Evgin'in bir konserini dinliyorum şimdi yeni kulaklığımla, hayranlıkla. Sahnede kaç ayrı kişi görüyorsam o kadar ayrı ses duyuyorum.

Bu güzellikten mahrum kalmasın sevdiklerim diye paylaşayazdım videoyu. O an aklıma geldi, kulağımdaki kulaklık, denizin köpüğünü kloraklanmış gibi beyaz gösteren gözlüğüm gibi bir şeydi, sonra üç beş "layk" bile gelmeyince zoruma gidecekti. 

Neyse ben sefamı süreyim. İyi ki almışım kulaklığı da.

Darısı çorabın diğer tekine. Panjuru indirmeden odayı karartan ampul de icat edilir belki.

Hâlâ gitmediyse bu arkadaş atlayabilir şimdi hemen, babamın partisi var ya diye. Şakacı çocuk.

Benim dediğim karanlığı gerçekten vadeden ve sadece odaları karartan bir ampul. 💡


15 Mayıs 2020 Cuma

fındık kabuğundan gemiler yapmak...

Kaç sene öncesine dair olduğunu şimdi hesaplayamadığım tespitime dair 10 sene önce yazdığım yazı, kendi iç yolculuğumda önemli bir yol tabelasıydı benim için.  Sonraki yıllarda olsa, yollarda bir tabela değil, navigasyonda bir uyarı olurdu belki. Olurdu ama bir deniz feneri yine de bana.

Hikaye yine pisboğazlığıma bağlanacak ama yapacak bir şey yok. Genetik kodum bozuk. Şimdi bana anlattırmayın ölmüş gitmiş Yaşar dayımın yemiş gitmiş olduğu yemekler için yürümüş gitmiş olduğu yolları falan.

Ben sonraları o kravatı "sorunlu" buldum. O neyse, o kravatın kendi sorunu.
Ama ben de kendimi o kravatta buldum. Ondan zaten, kravatın kendini bir yazıyla ebediyete intikal ettirebilmesi.

İnsanın rengi belli olmalıydı, bulunduğu ortama göre içindeki renklerden o renginin ortaya çıkması bir kaypaklık mı, kolpa mı, takiye mi, adını şimdi düşünüp bulamadığım, o dönem ise eminim adlandırmakla hiç uğraşmadığım bir "sorun"du.

Ben kimim, neyi severim, neyi savunurum. Bunu dert ettim kendime epey yıllar.
Üniversitedeki yıllarımda politik açıdan sürmüştü örneğin bu dert.
Yahu öbür taraf da şu açıdan haklı değil mi ama diye düşününce, renkliden ziyade lekeli bir kravat gibi hissediyordum kendimi.

Neyse...

------

Sonralarda bir ara da fark ettim ki, pek "karışık" yiyorum.

Kaşarlı pide canım çekiyor ama kıymalıda da aklım kalacak, ver siparişi: kaşarlı kıymalı.
Beyin çorbası istiyorum ama masadakiler tuzlama, işkembe falan söylüyor kendinden emin, yapıştır: bol beyinli karışık.

Bu "farkındalıkla" bir mücadeleye  giriştim uzunca süre. Ya kıymalı, ya kaşarlı söyleyecektim. Kişiliği oturmuş bir birey olmak bunu gerektirirdi.

Pideden, çorabadan soğudumdu yeminle.
Soğuk çorba ne kadar çekilmez bir şeyse, çorbaya soğuk olmak da o kadar çekilmez bir şeydir a dostlar. Vedat Milor sizleri esirgesin o virüsten.

Saldım kendimi sonra, niye var kardeşim bu menülerde bu karışıklar, herkesin mi kafası karışık yani diyerek.

.....

Gelişimimi tamamlamakta aceleci davranmayıp maymun kalsaydım, hayvanat bahçelerinin en popüleri olurdum.
Kaç puntoyla uyarı yazarlarsa yazsınlar, öyle bir mutluluk reaksiyonu verirdim ki bana kabuklu yemiş atanlara, kendilerini alıkoyamazlardı atıvermekten kuruyemişleri. Düşkünüm maymundan ziyade ayı gibi kuruyemişe. (İzmirlilerin gevrek gibi hassas olduğu bir hikaye bu da, yemiş değil he: çerez!)

Medeniyet, kabuklu kuruyemişlerin kabuksuz formlarının icadı, refah onlara erişebilmek, eşitlik ise herkesin erişebilmesidir benim için.

Çerezler içinde favorim uzunca yıllar bademdi. Kabuksuz kavrulmuş bademi ilk görmem ve tatmam, 90'lı yılların başıydı. Bir yılbaşında ilçemizdeki banka müdürünün evine davetliydik. O akşam Yonca Evcimik çıkacaktı. Badem daha önce çıkmıştı, gölgede kalmıştı Yonca benim için.

Büyüyüp kendi başıma çerez alabildiğim zamanlarda da hep "karışık" çerez aldım, ama badem de koydurdum.

Hayatımın bu son döneminde, (belki de bu, son dönemidir zaten, kim bilir) tuzlu kavrulmuş kabuksuz fındığa taktım(!). Karmaşıklığı azalmış karışık çerezlerime, ona erişme imkanım varsa ondan da koyduruyor(d)um mutlaka. En son birkaç haftadır ise sadece kabuksuz çifte kavrulmuş tuzlu fındık almak için maske falan takıp çıkıyorum evden.

Bu sabah da çıktım. Ne yapıyorum ben, iyice takıntılı oldum deyip, almayıp döndüm.
Akşamüstü tekrar çıktım. Karar vererek değil ama, kararının arkasında duramayarak.

Demin son fındığı yerken terkar düşündüm de: olmuşum işte tek renk kravat, daha niye leke arıyorum ki kendimde!


5 Mayıs 2020 Salı

Kemiksiz düğmeye ilik nakli

Böyle kaypaklık desen kaypaklık değil, kaypaklık değil desen öyle de değil durumlar var.

İbrahim kimdir bilmiyorum.
Ne düşünür, neyin mücadelesini verir, gerçekten bilmiyorum mesela. Trendtopic #hashtag'ten ibaret bir fikrim var hakkında.

Ölüme gitmekten vazgeçti bugün. Onun bu kararı almasına sebep olan kararı alanlara dair hiç sempati duymadan, ölüme giden yoldan dönmesine empati duyup mutlu olduk.
Biliyoruz halbuki, ölümlerin çoğuyla buluşmanın vesilesi onun bize gelmesi zaten, bizim ona gitme kararlılığımız değil.

Akan bir nehirde nehrin akış yönünde kulaç atmaktan vazgeçmesi sevindiğimiz.

Sevinçlerimizin üzümlerini şarap yapıp içelim, hüzünlerimizin bağcısına orantısız güç kullanmayalım biz yine de.

Bir de 100 kişi ölmediler diye öldüklerine sevindiğimiz 60 kişi var.
Hiç bilmiyoruz ne 60'ını, ne de 40'ını. Bir PowerPoint yansısındaki rakamdan ibaret haklarındaki fikrimiz.

Dünküler kadar ölmediler diye ölenlere, dünkü kadar ölüme gitmiyor diye kalanlara bakarak tutunduk bugün de yaşama.

Fikri'mizin terzisi böyle ilik açtı dünkü karamızdan bugünkü Deniz'imize.

18 Nisan 2020 Cumartesi

Karantina Orkestrası



Blog’un tamamını okuyanlar bilir/hatırlar… (Ben bile tamamını hatırlamıyorumdur muhtemelen gerçi. Okuduğumu da söyleyemem hatta.) Önceki sezon özeti geçeyim kısaca yine de: 

Bu çocuk başka türlü okumaz diye kuzenim Çağlar beni Sakarya Caddesinde bir türkü bara götürmüştü. O vesileyle okuduğum Ankara Hukuku bitirdim ama o vesileyle tanıştığım Uğur ile dostluğumuz bitmediği gibi, dinlemeye de doyamam kendisini. 

Uğur Ankara’daki yerini Tolga’ya bıraktı gitti İstanbul’a. Ben her gittiğim yerden yarımı bırakarak ayrılan birisi olduğumdan, Ankara’da türkü dinleme sevdamdan da vazgeçemedim. Hala Ankara’ya gitme sebeplerimin başında, Ankara ziyaretlerimin vazgeçilmezi arasındadır Tolga Kaya dinleyerek iki bira içmek. 

İstanbul’da tutunamamış olmamın bir sebebi değildi belki ama İstanbul’dan dönerken gözümün arkada kalmamış olmasının sebeplerindendi doyasıya müzik dinleyememiş olmam İstanbul’da. (İstanbul’un taksicilerinden daha çok tiksindiğimden üst sıralarda yer alamadı bu mahrumiyetim.) Uğur’un sahne aldığı yerlerde soluk almaya çalıştığımız geceleri görseniz, Tolga’yı Ankara’dan Suat Abinin düğününe çağırma telaşımızı bilseniz anlardınız ama yoksunluk duygumuzu.
Neyse her halükarda ocağı yansın İstanbul’un.

İzmir’i İzmir’e gelir gelmez sevmiştim. Ama bu müzik işi olmuyordu bir türlü. Ankara’ya gidip geliyordum hala yaşam odası olarak. Ankara Barosunda staj yaparken yer aldığım halk müziği korosunun ikamesini bulabilmiştim sadece. Benim bu işlere meylimi anlayanlar bana soruyorlardı, İzmir’de nerede müzik dinlenir diye, ben de ümitvar olduklarıma soruyordum… Tavsiye edilen yerler pavyon olamamış türkü barlardan ibaret oluyordu hep.
O kadarlık kusur kadı şehrinde de olurdu, canı sağ olsundu İzmir’in.

İki cümle yukarıdaki diyaloglardan birisi de Türkan’la geçmişti aramızda. Zafer Güler diye birisi varmış Bornova’da, ona gidelim bir gün de demişti cümle arasında. Niyeyse Zafer Gündoğdu canlanmıştı kulağımda o öyle deyince. Deneriz demiştim çaresizce.

Aradan geçen aylar (belki de yıllar) sonra, o zamanki evimin hemen yanında sabahları kahvaltıcı, öğlenleri çeyizci, akşamüstüleri çocuk tiyatrocu, ramazanda iftarcı falan olan kimlik bunalımlı ama şık bir mekan olan Kuzguni’nin kapısında Zafer Güler afişi görmeyeyim mi?

Zafer Güler’in çaldığı şarkıları dinledikçe gözlerim yuvalarından fırlayacaklardı, kulaklarla ilgili duruma uygun deyim olmadığından. Oğlum şu dünyaya geldin, hadi dönüşe geçiyoruz, en çok hangi şarklıları sevdin deseler, diğerleri neler olur bilmem ama Ezginin Günlüğü’nden Veda’yı koyarım kesin listeye. Bu şarkıyı Ezginin Günlüğü bile söylemiyor konserlerinde. Zafer söyledi ama! 

Ankara’da öğrenciyken, stajyerken arkadaşlarımın kolundan tutup zorla Grup Çukurova dinletmeye Köşem Bar’a götürdüğüm günlerdeki motivasyon ve çok daha şaşkın bir heyecanla arkadaşlarımı çağırıyordum. Ben sadece oralı olmadıklarını anlayabiliyordum. Belki de içlerinden deli mi bu çocuk diyorlardı, anlayamıyordum o kısmını.

3-4 yıldır yaşadığım Mavişehir’den ayrılıp Alsancak’a gelmeyi 6-7 yıldır istiyordum! Bir fırsat çıkar da taşınırsam en çok Kuş Cenneti’ne giden bisiklet yolunu özleyerek ayrılmak koyar bana diyordum. Fırsat yıllardır aradığım müziği sadece birkaç haftadır dinleyebildiğim günlere denk geldi. Ankara’ya gidip Tolga’yı dinledin de buraya mı gelemeyeceksin diye teselli bularak yükleyip kamyonete eşyalarımı taşındım.

Allah galiba gerçekten var!

Zafer de yeni taşındığım yere yakın, yakın geçmiş zamanda açılmış bir mekânda sahneye çıkacakmış. Kolilerin hepsini açıp yeni evi yerleştirmeden koştum.

Dede Sahne! Cumbalı, iki katlı eski bir Rum eviyken, 7-8 masalı, üstte küçük bir stüdyo ile cinsiyetsiz iki tuvaletten ibaret oluşmuş bir bar.  Duvarlarında asılı kapılar var. Kapı açmakla duvar örmek arasındaki hayati ikileme bir gönderme mi, yoksa denk gelip de asılan aksesuar mı onlar, soramadım bugüne kadar kimseye.

Epey bir süre, Zafer gibi, Zafer kadar düzenli şekilde gittim mekana. Bir gün çıkarken diğer günler ne oluyor burada diye sorma gafletinde bulundum.  “Abi sen gel, seversin” deyiverdi çocuk, sonuçları belki o da öngöremeyerek.

Zafer’den Zafer’e gitme periyodumu bozunca, Umut’u dinleme şansım oldu. Burada birkaç parantezimsi, paragrafımtırak dipnot olasıca anekdotlar girmek durumundayım affınıza sığınarak:

*1 “Yeni başlayanlar için Japonca gibiydin” diye bir şey duymuştum bir gün. Bunu tırnak içinde google’a  yazınca Kesmeşeker’le tanışmıştım. “Gözardı Suresini okudum bugün, gözaltı çizgilerinde durdum” cümlesini gördüm o vesileyle. Ne diyor lan bunlar böyle diye hayranlık duyarken, “ne testler çözdük biz, ne yanlışlar bulduk, ne özetler okuduk da ne çoktan seçildik”i görünce külliyata hakim olmuş olarak buldum kendimi.
Umut Kesmeşeker çalıyordu.  Ki, memleketin en eski gruplarından olan Kesmeşeker’in kendi sloganıdır, “uçsuz bucaksız azınlık”. Umut o azınlığı bile zip’leyip başka bir azınlığa oynuyordu.

*2 İstanbul’dan İzmir’e gelirken Türk Hukuk Sitesi sayesinde kaparom olan dostlarımdan Armağan Abim sen müziği seversin, kesin bununu da seversin diye bir Kırıka ablümü hediye etmişti bana. Kırıka sevdiğim ilk İzmir grubu olmuştu. Kırıka’nın hikayesini yıllar sonra Dede Bar’da bir müşteriden dinlediğim en sevdiğim şarkılarından birini de söylüyordu Umut.
İspirtocu Saim’in o kafayla dinleyip hafızama kaydedebildiğim hikayesi şöyleydi:

İzmir Kemeraltı’nın bir “rengi” imiş Saim.
Önüne gelenden sigara ister; sigaradan bir fırt çekip atarmış yere…
Rivayet o ki; öncesi varsıl olan Saim, işleri körü gidince ailesini terk edip gelmiş İzmir’e, hiçbirinden de haber almazmış.
Bir gün bir mektup gelmiş ailesinden, bir de fotoğraf.
O gün son günü olmuş Saim’in dünyadaki. Ama ilk günüymüş de, güldüğü…

Umut’tan dinlemeniz için size şans dilemekten başka bir şey yapamam şu anda ama, orijinali için şu linke bakabilirsiniz.

*3 Birkaç yıl önce hakkındaki tek bilgim şey Yalan Dünya’yı değişik söylüyor olması olan Jülide Özçelik’in Karşıkaya Hikmet Şimşek Sanat Merkezinde konserine gitmiştim. Sanırım tek başıma müzik dinlenebileceğini, etkinliklere yalnız da katılmanın mümkün oluğunu keşfettiğim yeni zamanlardı.
Jülide Özçelik konser boyunca gizemli bir şekilde, bugün benim için özel, bu şarkı başka anlamlı vs gibi şeyler söyleyip durdu. Gıcık oldum ben de ne yalan söyleyeyim bu tavra. Konserin sonuna doğru açıkladı: birkaç hafta önce eşini kaybettiğini. Bacım baştan söylesene, sanatçının acısından istifa eden şanslı, yol açan ambulansın arkasındaki araç gibidir!

Eve gidince kimmiş ki bununun kocası diye stalk’a girince, Bahadır Dikeçligil ismiyle, oradan da Hariçten Gazelciler grubuyla karşılaştım. Hariçten Gazelciler Kocaelili bir grup, grubun solisti Ömür de erken veda etmiş dünya toprağının üst tarafına. Bu dünyada iki albüm bırakabilmişler sadece hatıra.

Benden başka grubu bilen tanıdığım yoktu ama Umut'un repertuvarında onlar da vardı. 

Yine hayat normale dönsün de Umut'tan dinleyelim demek dışında çare bulamayarak bir şarkı bırakayım onlardan. 

Bu arada bu yazıya da “ne yapıyorsun abi” diye sorarak vesile olan Okşan’dan az önce gelen link ile Hariçten Gazelciler’i bir şekilde aktaranların o kadar da az olmadığını öğrenerek teselli buldum. 

*4 Yukarıdaki Hariçten Gazelciler hikayesini okuyanlar (hatta varsa, @pistbogaz instagram hesabımı takip edenler) beni yanlış tanısın istemem. Öyle çok gazete falan okuyan birisi değilimdir. Kaşif de değilimdir. Az meşhurları denerim ama hiç meşhur olmayanlara prim vermeye yetecek medeni cesaretim çok yoktur normalde. Hiç kimseden tavsiye almadan kendi el yordamımla bulduklarımdan bir tanesi de Flört grubudur. Bir hafta sonu gazete ekinde İstanbul’u terk edip doğal hayata geçmişler diye haber olmuşlardı sanırım. “Dün TRT’de İzledim” şarkıları çıkmıştı Google’llayınca önce karışıma. Fazla popülist bulmuştum o şarkıyı ama o an (yine) nasıl avareysem demek, bir şans daha verince  Sevmez Olaydım şarkılarını görüp, ne güzelmiş lan dedim kendime. Özümde beyefendi olarak görüyorum kendimi ama bana karşı götü kalkıklık yapmasın diye bilhassa lan diye hitap ediyorum şahsıma. 

Flört’ün diskografisine vakıf olunca en sevdiğim şarkıları, tıpkı sevgiliye söylendiği sanılmasına rağmen babaya hasreti anlatan Mazlum Çimen’in Gittin Gideli'si gibi 
 kaybedilen bir anneye yazılan Seni ÇokÖzledim  şarkısı olmasına rağmen dilime en çok dolanan şarkıları Eski Dostum oldu. Şarkının en çok mırıldandığım mısraları “Sen de bize aç çektirmedin be birader” olmuştur hep. Acaba bundan sonra “küsmem ota boka” deyip barışır mıyım yalandan aramızın açıldığı dostlarla, yoksa “daha da konuşmam ölüp gidecekken bile gönül almayan onla bunla” mı derim, bilmiyorum.
Neyse uzatamayalım. Umut bunu da bulmuştu ve koymuştu repertuvarına. 
Üstelik onların akustik bas ve gitarla ayrı ayrı çaldıklarını Umut tek bir gitar ile icra ediyordu.

Şimdi nasıl etsin de sadece Zafer Güler çıkarken gitsindi Dede’ye bu garip?

Umut’u dinleyin hasılı.

Baktım bu Dede Bar boş yer değil. Her fırsatta gitmeli.
Fırsat şu demekti aslında: Nihat Abinin orada rakı içmediğin zamanlar. Nihat Abi İzmir’in (sanırım) tek meyhanesini işleten kişi. Basmane’deki tarihi Hayyam Meyhanesi.

Ben de öyle yaptım.
Her fırsatta gittim.
Baktım mekanlar için kriz, müdavimler için fırsat olan günler var. Kimse yokken Merdo vardı Dede Bar’da. Mertcan Titiz Dede’de görece en az dinlediğim ama en çok tanıma fırsatı bulduğum, düğününde halay çektiğim arkadaşım oldu. “Bölge”nin türkü gırtlağı ile kentin şarkılarını söylüyordu Merdo. Sırtında keçesiyle kaval çalıyordur muhtemelen dediğiniz ses tonuyla gayet flüt çalıp ortaçgillere falan takla attırıyordu. Serdar Keskin’e iyi ki bu şarkıyı yapmışım, keşke baştan Merdo söyleyeymiş bu şarkıyı dedirttiğini düşündüğüm bir bağlantıyla tanışın kendisiyle tanışmıyorsanız hala. (kanalına da abone olun, pek seviyor o hareketi. J )

Bir sabaha karşı, ki prime time’ı sabaha karşılardır Dede’nin, her müzik severin yüreğine açılır sahne o saatlerde, mekanı ilk kez görüp, Merdo’yu ilk defa dinleyen Özkan kızdı bana, sen burayı niye bu zamana kadar gizledin bizden diye. Diyemedim Kuzguni’ye gelmeyen sorumsuzlara sor diye.
Alın size bir link daha madem. 
Yayınevine güvenerek 3 ciltlik romanı okumaya zaman ayırır gibi gitmeye başladım ben Dede’ye bu tecrübelerle.
Salih Korkut Peker konseri vardı bir gün. Gittim. Sandalyeleri sıralamışlardı, dinleyici yerine boşa yer kaplamasın diye masaları kaldırıp. Onlarca sandalyeye oturan birkaç kişiden birisi olarak oturup hayranlıkla dinledim. Çağlama’da sorun var, kusura bakmayın diyerek cümbüş çaldı o gece. Bizim bildiğimiz tencereye benzemiyordu cümbüş de, dinleyemediğimiz çağlama neydi ki? Ve kimdi bu adam?

Salih Korkut Peker’in Yasak Helva isimli cümbüş çalarak rock yapan bir grubu vardı. O grubun Ayı Boğuluyo isimli (Şarkının adının “Ayıp oluyo”un ulanmış hali olduğunu, eller ayırsabile biz ayrılamayız şarkısının adının sabile olmadığını fark etmiş gibi utanarak çok sonra fark ettim) şarkısında oynamadan çok zor durduğumu da itiraf edeyim. 

Aynı Salih Korkut Peker, Armağan Abiden öğrendiğim, Umut’tan dinlediğim Kırıka’nın solisti Salih Nazım Peker ile Duble Salih isimli bir grup kurmuş, Çifte Çifte isimli de bir albüm yapmıştı.  

O gün dinleyemediğimiz çağlama da meğer Hariçten Gazelciler’in solisti Ömür’ün icadı bir enstrümanmış.

Geçtiğimiz kışın güzel anlarına tanıklık eden Aziz Vukalos Kilisesi’ndeki konserler ve “after party” ritüeline dönen Hayyam rakılamalarının birinde bir kısmı Şinadika’nın kadrosunda olan müzisyenlerle meşk etmiştik. 

O gece tanıştığımız çalgı mucidi Ozan, Ömür’den yadigar çağlama’yı da yapıyormuş meğer. Daha birçok çalgı gibi.  

Ozan’dan bir çağlama aldım ben de ve Salih Korkut Peker’den çalmayı öğreniyorum bugünlerde.

İzmir’de memleket müziğinin başkentine düşmüş olduğumu fark ettiren iki yere daha selam göndermem lazım finale geçmeden önce. Birisi nimetlerinden yeterince nasiplenmeme dayanamadan tarih olan Kemeraltı’na hayat katan yerlerden Olizvel ( All is well diye yazılmıyor gerçekten.) 

Bir diğeri de Engin Topuzkanamış. Engin benim okuyamadığım kitapları yazabilen, çalamadığım hatta adını duymadığım enstrümanları çalabilen, hatta yapabilen akademisyen ve müzisyen.  

Bir de Kemal Onur Tuzlacı var. Nam-ı diğer Dede. Dede Bar’ın işletmecilerinden. Böyle demek samimiyetsiz kaçıyor. Dergah’ın sorumluğu üzerinde kalmış işte.  

Çok kötü biri değilseniz, Onur’dan perdesiz gitar dinlersiniz. Sanslı iseniz, klasik kemençe çalar size. (Aşırı şanslı olacaktım ben, kayıt yapacaktı bana stüdyoda, pandemi girdi aramıza.) 
Ultra şanslılara türkü de söyler derlerdi, pandemi vesile oldu herkese.


7 Nisan 2020 Salı

Karantina günleri 4258

Reenkarnasyona inanmazdım önceki hayatımda. Avukattım. Metafizikle aramdaki mesafe gitgide artmıştı 40'ıma doğru.

Şimdi mutfakta bir aşçı, sokakta ürkek, yatakta bir malak olarak gönderildim dünyaya.

İnsanlar çok bilinçsiz burada, bir instagram canlı yayını izletmiyorlar attıkları kapler yüzünden, hep donuyor görüntüler. İlk gelişimde de sakız atıyordu böyle tipler yerlere, kuşlar onları tweet sanıyordu ve yumurtaya dönüyordu profil resimleri.

Ekmek almayı bırakmıştık biz. Fırına gidip askıya bırakıyorduk ekmeği. Fakir nüfus bedava ekmeği yiye yiye yok olacak, her yurttaş eşit zengin olacaktı böylece.
Hali vakti yerinde olanlar ise çaya şeker yerine tereyağı karıştıp, kelle paça yiyorlardı beyinlerine benzeyen cevizle.

Burada ise herkes evinde ekmek yapıyor ve yiyor. Reenkarnasyondaki önceki hayatın sonrakinden daha önceki bir çağa denk gelebiliyordur belki de, ne bileyim...

Sakalımızı kendimiz keserdik biz, saçımızı berber. Burada erkekler saçlarını kendisi kesip, sakallarını kendi hallerine bırakıyorlar. Geleceğin mesleği bence berberli̇k burada. Bu işe girersem beni saat 8'de alkışlamaya başlar insanlar kesin, hekimlerden önce.

Piyasalar gündüz açılır, ekonomistler konuşurdu. Şimdi akşam açılıyor, sağlık bakanı konuşuyor. Grafikler hep yüksekliyor.

Suçlular maske takar, kendilerini gizlerlerdi, burada yüzü açık olanlar suçlu.

Arabalara tek başına binenler dünyayı yok edecek diyorlardı, toplu taşıma araçlarına topluca binenler yok oluyor burada.

Her şey çok tuhaf, çok yabancı.

Bizim dönemden kimse yok mu diye çok bakındım..
Birisini tanıdım gibi oldu, daha önceki hayatımda o da vardı sanki.
Dün gece hiç tanımadığım o adama sırf ona benziyor diye usulca sokulup merhaba dedim...
He he diyip hemen iban verdi bana. Galiba gerçekten o.


Bu dünyaya geldiğim anda, yürümez oldum aynı anda. İki artı bir bir handa, uyuyorum gündüz gece..



21 Mart 2020 Cumartesi

Karantina Günleri - III

Ellerimi ovuşturduğumda ellerimin arasında parşömen kağıdı var gibi hışırtı duyuluyor artık kuruluktan.

Hastalığa kapıldığımda keşke diyeceğim şeyleri sayabilirim iyi kötü sanırım. Ama eğer kurtulursam, tedbirlerin hangi biri sayesinde olduğunu anlamam mümkün olmayacak asla. Son olarak 19 şişe tonik aldım, tonik faydalı dediler diye. Normal şekilde kullanmaya kalksan onları, vergi şampiyonu olacak kadar cin almak gerekir yanına.


Tahin pekmezin tahini, cin toniğin cinine tekabül ediyor elimdeki son tarif.
Panama'nın da pan'ı!

En son bizzat Dünya Sağlık Örgütü'yle de yazışmaya başladık WhatsApp'ta. 1 yazıp yollayınca anında ölü sayısı geliyor, 9'a basınca en komik tweetlerin ekran görüntüsü...

İnsanlar birbirlerine whatsapp mesajı değil, mesaja verilen cevapları yolluyor artık. Yazılı tedavi de böyle demek ki, replik düplik, delil toplama aşamaları zaman alıyor biraz.

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan şu günlerde ayrı ayrı olun diyorlar. Olur mu, olmuyor tabi. İlk önce bara giden gençler için önlem alan hükumet, barcı pavyoncu gençlikle uğraşmaktan kurtulunca baktı ki ihtiyarlar parklarda bahçelerde buluşuyorlar. Önce parkı bahçeyi çekmeyi denediler altlarından, baktılar o da olmuyor, hadi eve dediler umreye gitmeyecek kadar gavur, bara gitmeyecek kadar mümin amca teyzelere.

Eve gidiyoruz diye berbere kuaföre gitmesinler diye oralar da kapatıldı.

Tıbbi hiç bir şey yapılmıyor mu dediğinizi duyar gibi oluyorum, bana değildir diye üzerime alınmıyorum.

Yine de söyleyeyim dursun kenarda:
Doktorları alkışlıyoruz.
Sadece biz alkışlıyorduk.
Kamulaştırma yapıldı, reis de alkışlıyor.







18 Mart 2020 Çarşamba

Karantina günleri - II


Üçüncü günde dışarı çıkmam gerekti. Evimin kapısından sokağa doğru adım atarken, sanki bir uçağın kapısından, ilk defa geldiğim bir ülkenin havalimanına iner gibi heyecanla indim. Yeni bir ülke...
Bir yandan evden çıkıyor olmamın bir cehalet mi, cesaret mi olduğunu sorgulayarak.

Ana!
Dışarıda hayat devam ediyor ya la!
iş merkezi otoparklarında yer yok, düşün.

Çok iyi geldi, insanları, güneşi görmek. En son ne zaman geçtim buralardan diye kendime sorduğumda, "düün" diye dalga geçer gibi cevap vermesi kendimin bana, bozamadı moralimi.

Senemlerin büroya gittim, iyisinden olan maskelerinden bir tanesini bana verecekti sağ olsun.

Hapşırırsam kullanacağım tek kullanımlık mendilimi, nasıl olsa mendil yoksa dirsek içine de hapşırılabiliniyormuş diye asansörün kapısını açmak ve düğmesine basmak için kullandım. Mendili ne kadar tek kullanacağımı tam bilmediğimden asansörden inmek için kapısını açarken ve zile basarken de kullandım.
Senem poşete koyduğu elindeki maskeyi sanki gaita testi için dışkı verir gibi, poşetin ucundan parmaklarının ucuyla asgari düzeyde poşete dokunarak, elini uzatabildiği kadar uzatıp olabildiğince geride durarak, onu istediğim için bir daha benimle konuşmayacak gibi yüzünü yüzümden aksi yöne çevirip tavana doğru bakarak verdi bana maskeyi.

Ben de çöpten aldığı ekmeği hiç bakmadan iştahla yiyebilen aç çocuk gibi, hemen avuçlayıp çantama koydum.

Alışverişi güvenle tamamladıktan sonra kapı ağzında uygun mesafeyi koyarak aramıza, sıcak sohbetimize başladık. Mesut gelip kolonya ikram etti, herkese vermiyoruz diyerek. Annemin bayramlarda gelen köy çocuklarına çikolata ikram ettiğinde, harçlık alamadığı için hayal kırıklığı yaşayan çocuklara, bu iyi çikolata, diğer aldığınız şekerlerden değil diye yaptığı açıklamalar geldi aklıma.

WhatsApp'ta konuştuğumuz konuların üzerinden bir kere de yüz yüze geçtik. Yahu içeri girse miydin keşke, yok yok böyle iyi kısımlarını saymazsak.

Neticede iyi bir maskem var artık. Hasta olana kadar kullanmama gerek yokmuş. Hasta olursam görüştüğüm başkalarına bulaştırmamam için iyiymiş. Gerçi hasta olunca kimseyle görüşmemem gerekiyormuş. Zaten de karantina.... Onu bunu bilmem, makarna istifinden çok daha kıyak bir yere koydum evde maskemi. Sağ ol Senem.

Sonra birkaç saat ofiste kalıp çalıştık. Onlarca firma, binlerce işçisi ile çalışmaya devam ediyor aynı şekilde. Şimdilik başka türlü çalışalım diyenler bir yanda, bir yanda da buraya kadarmış zaten her şey diyenler.

Ofisten çıkıp hızlıca eve gelmek üzere asansöre binip aynı tek kullanımlık mendilimle sıfıra bastım. Plazanın lobisinde cumhurbaşkanını canlı yayında görünce ışık görmüş tavşan gibi çakılı kaldım orada dakikalarca.

Reis o an 8 sene önce 8 gün tedavülde kalan "artiz ne arar la bazarda" videosunu henüz izleyip, Facebook'tan paylaşan enişteler gibiydi. Yandaşlar gibi kahkaha emojisi koyamazdım buna ama bir "like" vermezsem de bunun hesabı sorulabilirdi.

En iyisi gece olsun da Sağlık Bakanını bekleyeyim ben dedim.

Hani resmi plakalı bir araç ve ambulans bir gariban evine yanaşınca şehit haberi demektir ya bu.. Sağlık Bakanının TV'ye çıkışı da öyle.
Fakat bu kez şimdiye kadar asla anlamadığım ve şaşırdığım bir şeyi anlamaya başlıyorum sanırım.
Şehit 30 diyorlar ama 100'den aşağı değildircilerdenken, bakan 30 diyorsa 30'durcular tarafına geçtim. Ateşin içindeyken ona inanmak çok daha konforluymuş. 
Bir ciğerim daha olsa onu da gönderirim koronanın ortasına bu vatan için diyecek bir adam çıkartabilirdi hükumet benden.

Bakanı bekleyemeden uyuyakalmasaydım eğer. 

17 Mart 2020 Salı

Karantina Günlüğü -I-


1
İşte geldi galiba o meşhur "yalnızlık şimdi iyi güzel de, bunun daha yaşlılığı, hastalığı var" günleri.

Tek başıma girdim eve, ne zaman, nasıl çıkacağımı bilmeyerek.
Normal bir ev yaşantım olmadığı için, evin normal ihtiyaçlarını da tam bilmiyorum. Bu halden, ohal'e geçmek epey mesafe sanırım. Ama hak hukuk tanımaz bir kestirmeliği de var tabi bu halin de her o hal gibi.

Marketler 3 gün açık kalacakmış diye 30 dakika sonra yalanlanan haberi okumamdan 3 dakika sonra markette idim. Kahvaltılık bir şeyler aldım. Sabah saatiydi diye o geldi sanırım aklıma. O sırada kasaya tuvalet kağıdıyla yürüyen birisini görünce, asıl kıymetli şeyin o olduğuna dair bilgilerim canlandı birden, bir de ondan aldım.
Aldığım şeyleri eve getirdiğimde tuvalet kağıdımın ne kadar çok olduğunu hatırladım. Diğer bir sürü şey(!) de buzdolabının bir köşesine sığışıverdi.
Akşamüstü sabahki haber yalanlanalı çok olmuştu ama yeni haber gerçekti: ne zamana kadar olduğunu bilmeden artık evden çalışacaktık.
Mütemadiyen "aman az ver, artıp ziyan olmasın" diyerek rakı mezesi aldığım şarküteriye gittim. Çiğ halini ilk defa gördüğüm yeşil mercimekten yarım kilo, kırmızısını bir defa kullandığım kırmızı mercimekten de 1 kilo ile başladım siparişe..
Abi seni hiç böyle görmedim dedi, şarküteri sahibi Haluk. İnan ben de görmedim, dedim.

26 ay önce kullanılmış olarak aldığım tüpte ne kadar gaz var bilmiyorum. Bir bak, ağırlığından anlarsın dediler. Bence ağır... Anlarsın değil de hissedersin demek istediler belki de.

.....

2
Ikinci güne öz bakımımı yapabileceğime dair inançla uyandım. İki haftada bir gelen (ki bu periyot bazen benim eve uğramamdan daha sık olabiliyor) Arzu Abla değiştirirdi havluları vs.
Arzu Abla gelmeden - ki ne zaman görüşürüz bir daha bilmiyoruz--havluları değiştirdim. İnsanların evindeki gibi benim de evimde bir sepet havlu vardı.. Demek bunun içindi, demek hepiniz gizli karantinadaydiniz, yurtta mahsur umreciler sizi!

Tüpçünün numarasını bulacağım önce, sonra taksi durağının. Bisikleti de kontrol edeceğim, bir yere gitmem gerekirse, gerektiğinde bire yere gidecek hal oluyor mu bilmiyorum ama...

...
2,5
Şarküteri bana tarhana verdi, çorba yaparsın diye. Geniş, ferah dolabımda ona uygun yer ararken tıpkı ona benzeyen bir şey daha gördüm. Ondan emin olmadığım için, yeni aldığımdan başladım.
İlk tarhana çorbam pişiyor. 6 su bardağı suya 1 çay bardağı tarhana koy yazıyordu. Yarı ölçü yapıyorum.
Biraz koyu oldu gibi.
Ya normal bir çay bardağı almam gerekiyor, ya da ajda bardağın su bardağına ve çay bardağına oranını öğrenmem..

...
3'e doğru

Bu kadar tuvalet kağıdını tüketmeye yetecek kadar yiyecek stoğum yok sanki, üstelik sokağa çıkma yasağı da gündemde. Tuvalet kağıtlarının bir kısmını elden çıkarmak da beklenebilirdi benden aslında ama nasıl olduysa ilave gıda almayı tercih ettim dengeyi sağlamak için.

İlk iki öğünü atlatınca anladım, poşette durduğu gibi durmuyormuş market alışverişi. Nar değilmiş çarşıdan aldım bir tanenin cevabı da. Koskoca bir gün geçti, yarım çay bardağı tarhana eksildi sadece neredeyse. Yine tuvalet kağıdı eksik kalabilir işin sonunda.

Gerçi insanlık da çözememiş bu denge kurma işini. Bir çay bardağı tarhana ile gün geçebilirken açlıktan öldü insanlar, kolonya dökmeye, maske takmaya sıra gelmeden.

Açlık riskim yoksa başka ne derdim var acaba, göreceğiz... Açlık riski yokken de yemeden içmeden başka derdimin olmaması daha da derinleştiyor bu soruyu.

Üç beş whatsapp grubunda konuşulanlari gözümden geçirdim bugün. Herkes virüsten konuşuyor gibi ama herkes başka yerden bakıyor. Dün neye nereden bakıyorsa aynı yere, ilave virüsle. Demek ki ölüm göz göre göre gelse de çok da fark etmeyecek ilk gün, son gün. İnsanın "şimdiki aklı", yerel saat gibi, hissedilen sıcaklık gibi bir şey. Göstergelerden - sadece- bir nebze bağımsız.

Ben de aynı yerden bakıyorum işte: gene gırgır, şamata..

(Ölümle burun buruna değiliz gerçi, tanı vs yok. Olduğunda da daha fazla, farklı bir şey yapamayacağız sanırım ama)

Yarım kalan bir işim yok, bitirdiğimi hissettiğim, başladığımı bildiğim bir işim yok.

Dün de günüme anlam katmak için bir kitap okusam iyi olur diyordum, bugün de okuyamadım.

Ufuk açarak okuyacak bir kitap, keyif alarak izleyecek bir film bulma telaşına geldi dayandı yine iş.

Sınav zamanı ders çalışmaya başlamayı ötelemek için ortalığı toparlamak gibi bir kaçış sanki hepsi.

İsteyerek seçtiğin bir dersin kitabını okumaktan kaçmak gibi anlamsız.

Ortalıkta toplanması gereken şeyler gibiydi dışarıda içtiğim içkiler de belki de.

İlk sayfayı çevirdiğimde başlayacak rahatlama. İlk bölümü izlediğimde, ilk türküyü çaldığımda.

Beni yıka yazmaya çalışsan zorlanırsın camıma, o kadar az tozlu, az farklı aslında, aslıyla yansıması ömrümün. Daha "B" için bandırdığımda parmağımı, anladım.