29 Ocak 2011 Cumartesi

Babalara geldik

“Manitası olan jeton taşır” diye bir söz vardı Bahçe’de. Parmağa takılan yüzükten bir alt nişaneydi cepte şıkırdayan jetonlar. Hatta jetonlar sadece birkaç küçük jetondan ibaret değilse, kız gidici değil; ciddi düşünülen bir kız demekti.
Evde genç yaşta bir kızı, kız kardeşi olan babalar, ağabeyler,  evlerinin telefonu uzun süre meşgul çaldığında doğru postanenin önüne gelir, kızın “konuştuğu” oğlanı armut gibi toplayabilirdi. Anlatabilirsen anlat, valla ben başkasıyla konuşuyordum, diye!
Küçük yerde ağabeylerin, babaların böyle avantajları vardı ama, gençlerin de farklı artıları vardı. Örneğin, “annemler bu akşam gezmeye gidiyor, evde yalnız olacağım” diye haber uçuran bir kızın evine gitmek için, TEDAŞ’ta çalışan arkadaşı arayıp; “Kardeş şu saatte şu sokağın elektriğini keser misin? Ben eve girince açarsın, çıkarken haber veririm, yeniden kesersin elektrikleri 5 dakikalığına.” şeklinde ricada bulunulmuşluklar vardır.

Cep telefonu çıkınca, “manitası olan cep telefonu alır” şeklindeki yeni özdeyiş, eski özdeyişimizle yarışmaya başladı. Şu anda Bahçe’de cep telefonu satışı ve servisi işi yapan can dostum Süleyman, TEDAŞ’ta birkaç ay şoförlük yapıp bizim arkadaşlar arasında ilk cep telefonu alan olmuştu. “Bahçe’deki tüm kızların numarası bu telefonda kayıtlı” diye fahiş fiyatla ilk cep telefonunu satışa çıkardığında tahmin edememiştik, Bahçe’nin ilk cep telefoncusunun Süleyman olacağını.  Erdem’le ben de ilk cep telefonlarımızı öğrenim kredilerimizle almıştık. Kredileri birleştirdik, 3 ay arayla birer telefon aldık. Sonrasında ben de bir telefonumu şoförlük yaparak almıştım.
Neyse uzatmayalım; biz de telefon piyasasını çok yakından takip edenlerden, teknolojik gelişmeleri merakla bekleyenlerdendik hasılı. Örneğin, Türkcell’den Telsim’e SMS gönderilmeye başladığında çok sevinmiştik.  
Sonra bir gün Telsim telefonların ekranlarında o an nerede olduğun yazmaya başladı. Bu ne ki la, ne işe yarayacak diye günlerce tartışmıştık. Telefonun ekranında niye “CEBECİ” yazıyordu ki? Başkaları da o kişinin nerede olduğunu bilebilecek miydi?  Bir de Türkcell niye bu teknoloji biz değerli abonelerine sunmuyordu?

Bir gün annemler Ankara’ya gelmişti. O zamanlar Okay’la gıyaben tanışıyorduk ama Okay’lara gitmemiz gerekiyordu. Ablam, Okay’ın ablası Olcay’ı görecekti. Onlar tek başlarına yolu bulamayacakları için muhteşem bir çözüm bulmuşlar, yanlarına beni almışlardı. Lakin ev, Cebeci, Sıhhiye ve Kızılay üçgeninde yer almadığından ben değil evi, muhiti bile bulamıyordum.  O an nerdeydik ki?

Tabi ya, Telsim bunun için başlatmıştı bu uygulamayı. Aferindi Telsim’e…
 “Anne senin telefon Telsim değil mi, baksana ekrana ne yazıyor” dedim.
Annem okudu:
“BABALAR GÜNÜNÜZ KULTU OLSUN”

24 Ocak 2011 Pazartesi

Teşekkür!

Yaş 33... 333 olsa daha bir farklı çıkardı bugünün resimleri belki... :) Beni bıraktığım güzel izlerle yüzleştiren dostlarım, sevdiklerim... İyi ki varsınız. İyi ki, karşılaştık!
Kırıştırarak, kırılarak, kırarak, kırklılarda da kırışıklıkları kırışmak hayatla...
Kimsenin hakkını almadan, hakkını yemeden, hakkıyla, hakikatlilerle...
Aynı kökten gelip, farklı eklerle farklılaşmak... Ya da; aynı suda iki kere yıkanabilmek mümkün olsa da, bu yaşamımın aksiyle birleşen 66 yıllık bir ömre fit olmak... Gördüğüm günden geri kalmam, gördüğüm günlerde yine olurum böylece... Gün görür, günler görür; yine şad olurum... Görmemiş değil; görgülü olurum hep. Ve bugün yolun yarısında olduğumdan emin olurum; şapa oturmam şair gibi...
Ne bileyim... "Yol bir garip, yolcu bir garip... Dönüyor dünya, o da bir garip."

Teşekkürler...

20 Ocak 2011 Perşembe

Derdim çoktur, aşağıdakilerden hangisine yanayım?

A- İlk vapura son binen olamadım ama son vapura ilk binen oldum. Tüm vapur bana bakıyor. Oysa sorumluluk bir duygudur. Gözle görünmez.

Sorunluluk duygum var benim. Son dakkaya bırakıyorum her işimi desem rahatlarlar mı ki?

B- Acıktım.
Tost, börek, boyoz, simit, gevrek ve kumru yemek istemiyorum. Poğaçayı bırakalı ise yıllar oldu.
Kahvaltı neredeyse iki kişilik geliyor, ben de gelince neredeyse hepsini yiyorum. Böylelikle fazla geliyor.

Ne yapsam, bilmiyorum hasılı.

C- "Oruç" diye ibadeti olan bir toplumun "Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin" diye bir duası olması çelişkili değil mi?

D- Bugün vapurda serçeler vardı.
Allah belanı versin Uygar, böceğe çiçeğe, kuşa denize saran adam da mı olacaktın, dedim kendime.
Ayib ediyon abi. Olur böyle şeyler dedi içimdeki çocuk.
İçimdeki çocuğun da götu kalkmış. Eskiden amca derdi bana. Şimdi abi diyo. Eli kulağında, sana ne lan da der mi bu bana yakında?

E- Ne kadar kaçsam da gerçeklerden, işte yanaştı vapur iskeleye...

Ne yiycem lan?

19 Ocak 2011 Çarşamba

Alışmamış götte don durmaz


Bugün Facebook’a birkaç fotoğraf ekledim. Fotoğraflardan birisi de, ışık vs sebeplerle mecburen Ender Bey’in masasında çektirdiğim fotoğraftı. “Beğen”ilerin ve yorumların hepsi bu fotoğrafa, hatta doğrudan o masa ve odaya geldi. Ahan da bu anı da, bu vesileyle akla geldi.

İdol’ümüz İbo ne demişti? Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık?
Bizim zamanımızda da “apaçilik” yoktu. Biz de o sebeple apaçi olamadık hiç. Normal ameleydik.

Birtakım sınıf arkadaşımızla, aynı sınıfta olmadığımız düşüncesiyle tanışmamış, bir gün tanışabileceğimizi de düşünmemiştik hiç. Bu “tiki” arkadaşlarımızın isimlerini bilmezdik. Ama sayıca çok olduklarından, “tiki” demek her bir tekini anlatmaya yetmiyordu. Manda, metro, kısmetim, top model, geldim, merdiveni ikişer ikişer çıkarken götü kötü görünen, a.q, Volkan’ın yanında gezen kız, rovetna gibi isimlerle anıyorduk birçoğunu.  Onlar dışında, erkanınki, okanınki, Erkan’ın kolejin orda konuştuğu vs gibi, isimlendirilememişler de vardı.
5. sınıfa geçince az önce bahsi geçen arkadaşlarla hasbelkader tanıştım.
“Olum o kızların senle ne işi olur” diyen arkadaşlar da tek tek tanışıyorlardı benim vesilemle, bu arkadaş(!)larla.
Kendi içimizdeki en samimi konuşmalar ise şu şekilde biterdi fakat: “Olum iyi ki arabamız yok. Yoksa ne kılıf bulacaktık bu erkek yurdu kıvamındaki ortamımıza!”
Neyse, uzatmayalım…
Efendime söyleyeyim, bir gün, yeni arkadaşlarımızla ders çalışıyoruz. Her derse son gün çalışan ben, cumartesi gününden nasıl olmuş da başlamıştım çalışmaya bilmiyorum(!) ama günlerden cumartesiydi. Ve o akşam da, her cumartesi olduğu gibi çok önemli bir işim vardı. Ben gidiyorum arkadaşlar, dedim. Ya nereye gidiyorsun, az kaldı bitsin de öyle gidersin vs sözlerinin ardından, Sayısal Loto oynamak zorunda olduğumu, kitabın geriye kalan kısmından soru çıkma ihtimaliyle sayısalı tutturma ihtimalimin aynı olduğunu belirttim.  Siz çalışın, yarın kapınıza mercedesle gelirsem pişman olmayın ama… Keşke biz de HUMK çalışacağımıza sayısal oynasaydık demeyin diye de uyardım onları.
Tesadüf bu ya, ertesi sabah, ölen babasının mercedesini kullanan, bizim Almancı Cihan bize gelmişti. Bizim yeni arkadaşlar ertesi sabah beni kapılarında mercedesle görünce baya bir şaşırmışlardı. Hatta, sayısalın çıkmadığına zor ikna ettim onları, dün sayısal çıksa bile ertesi sabah nasıl araba alabileyim diye…
Gel zaman git zaman, ya bu arkadaşlar halkın arasına karışmış, ya ben tikilere karışmıştım… ama neticede benim arkadaş çevrem değişmişti.

Beni bir doğum günü partisine davet etmişlerdi. Doğum günü partisi Köşem Türkü Bar’da yapılmayacağı için doğum gününün yapılacağı mekanı bilmiyordum. Keza, parti Sakarya Caddesindeki bir başka mekanda da yapılıyor olmadığından, partinin olduğu muhiti de hiç bilmiyordum.
Aradım Cihan’ı, “olum bana araba lazım” dedim…  Cihan da, canın sağ olsun ama benim arabayı arkadaşla değiştik bir haftalığına, dedi. Ben seni nereye istiyorsan bırakayım diye de ekledi.
Ben son model, siyah camlı falan, silah gibi bir BMW ile gittim partiye. Parti çıkışında Cihan bekleyecekti arabanın sağ koltuğunda, ben de arabaya binip gidecektim…

Parti bitti, kızlardan birinin sevgilisi “benim araba küçük ama yine de 6 kişi sıkışırız dersen seni de bırakalım Cebeci’ye, otobüste, dolmuşta rezil olma” dedi. Ben de kibarca teşekkür ettim ve arabayla geldiğimi söyledim.
Böylelikle arabayla geldiğimi duyurmuş, Cihan’a boşuna zahmet vermemiş olmuştum. Zira araba görünen bir yerde değil, biraz ilerideydi.
Aynı “sevgili” arkadaş, “madem sen arabayla geldin, sen bıraksana kızları Cebeci’ye” diye gayet mantıklı bir şey söyledi…
Ben de arabanın “iki kişilik olduğunu”, yanımda bir arkadaşımın daha olacağını belirterek, üzgün olduğumu, -büyük bir coşkuyla- belirttim.
Yanımda kendi arkadaşlarımdan birini götürsem böyle pas yapmazdı: Bu defa da “neymiş ki bu iki kişilik” araba sorusu geldi… Sanki şahine biniyormuş da tevazu gösteriyormuş edasıyla, “BMW” dedim…

Her şey planlandığı gibi gitmişti…
Tabi hikaye burada bitseydi eğer!

Yahu merak ettim bak şimdi şu iki kişilik BMW’yi diyerek, işi boka sardırmaya başlamıştı “sevgili” arkadaş.
Yahu bildiğin BMW işte, aşağıda biraz, sonra görürsün desem de, benden görgüsüz çıktı hayvan herif.

Biraz yaklaştığımızda, “iyi de bu araba 4 kapılı, hani iki kişilikti” dedi. Araba gerçekten iki kişilikti ama bunu açıklayamıyor, açıklamak zorunda kalmak da istemiyordum.  

Olmadı…


Zira Cihan’ın arabasını arkadaşıyla değiştirmesinin sebebi şuydu:
Arkadaşı döşemeleri değişsin diye Ankara’ya getirmiş arabayı, Cihan’ın arabasını alıp gitmiş. Arabanın tüm koltukları, tavan astarı, kapı içi kolları vs sökülmüş… Döşemeler yapılana kadar da araba kullanılabilsin diye, iki iskemle konmuştu içine…












17 Ocak 2011 Pazartesi

nayır! nolamaz! böyle mizah nolmaz nolsun!

Bereketli bir insanımdır. Gittiğim yer bereketlenir.

Sektöründe öncü bir firmada (!) çalışmaya henüz başlamıştım ki sahte rakı olayları patlak verdi.

Gazetelerde her gün başka bir haber: burada 3 kişi öldü, orada 5 kişi kör oldu...

Akabinde peş peşe açılan davalar...

Sahte rakı olaylarının en büyüğünün, en vahiminin ilk duruşması yapılacaktı o gün, ağır ceza mahkemesinde. Mahkeme ağır ceza mahkemesi ama duruşma salonunu evinizde oturma odası yapamazsınız. Zira oturmak imkansız, o derece küçük.

Salon küçük, dosya büyük... Onlarca mağdur, onlarca sanık, onlarca avukat… Değil bizim salon, tüm adliye tıklım tıklım… Bir yanda jandarmanın etten duvarının arkasındaki tutuklu sanıklar, bir yanda tutuksuz sanıklar, bir tarafta müştekiler, mağdurlar, öte yanda avukatlar… Polis grupların birbirine karışmasını önlemeye çalışırken, mübaşir ve katipler de ellerinde birer kağıt, duruşmayı bekleyenlerin listesini hazırlıyor. Böylelikle duruşma zaptının bir kısmı duruşma başlamadan önce hazırlanacak, nispeten daha çabuk tamamlanacaktı duruşma.

Dışarıda öylece duruşmamız bitti ve duruşmanın başladığına dair uğultu duyuldu. Sanki salonda birkaç beraat, birkaç da mahkumiyet kararı var da, ilk girenler istediği karardan alabilecek! Öyle bir izdiham var kapıda.

İçerisi hemen dolmuştu ama dışarısı boşalmamıştı. Ben içerdeydim desem yalan, dışarıdaydım desem yalan olurdu… Tam kapının eşiğindeyim.

Mahkeme başkanı olan hakime hanım içeri girdiğinde yüzü bir anda kıpkırmızı olmuştu. O kilodaki(!) bir kadının yüzünün kırmızı olması zaten normaldi ama kırmızı, hakime hanımın orijinal ten rengi değildi, içeri girince kızarmıştı.

Herkesin aynı anda salona sığamayacağı gerçeğiyle yüzleşildikten sonra, önce tutukluların salona alınmasına, sonra onların çıkarılıp (“içeri” sokulmasına), tutuksuzların peyderpey salona alınmasına karar verildi. Bu bir ara karar bile değildi, ama verilmişti.

Daha önceden hazırlanan listenin kontrolü bile uzunca bir zaman almış, kıçını koyacak, sırtını dayayacak yer bulabilenler vicdana gelmiş, diğerleriyle dönüşümlü olarak duruşmaya, oturuşmaya başlamışlardı.  

Akşam olmuştu ama mağdurların ve müştekilerin beyanlarının alınmasına da sıra gelmişti.

Birisi geliyor kocam öldü diyor, öbürü kör oldum diyor, biri geliyor biri gidiyor.

“Arkadaşımın beyanına katılıyorum” diyen bile vardı aynı hastanede tedavisi sürenlerden. Zira sahte rakıdan mağdur oldukları gibi bir de bu duruşmadan daha fazla mağdur olmak istemiyorlardı.

Yiğit Özgür’ün şu karikatürünü o an biliyor olsam, kesin gözümün önüne gelirdi:
Şimdi hakim bey… pardon hakimeanım, herkesin evinde renkli televizyon var” diye söze başlayınca bir mağdur; o an sıcaktan, havasızlıktan ve sair birçok şeyden mağdur olan hazırunun dikkati toplanıvermişti.
Reiste de bir merak uyandırmıştı bu giriş…
Mağdur: Biz de neticede işçiyiz, kazandığımız para belli… Ama çoluk çocuk anlar mı, konu komşuda gördüğünü istiyorlar…
Hakim: (Halâ merakının esiri...)
Mağdur: Epeydir tutturmuşlardı, baba bize de renkli televizyon alsana…
Hakim: (Halâ merak ediyor ama kendi merakı için, milletin çilesini uzatmak istemiyor.) Neyin var onu söyle, bak kaç kişi bekliyor…
Mağdur: Onu anlatıyorum hakim bey, pardon bacım, hakimeanım… bir kampanyaya girdik aldık bir televizyon…
Hakim: (Hikayenin uzayacağını hissediyor, yavaştan sinirlenerek) Sadede gel!
Mağdur: Anlatıyom işte efendim. Çocuklar çok sevindi… Ben de bunu arkadaşlarla kutlayayım dedim… Gittik meyhaneye
Hakim: Nerede içtin?
Mağdur: (Başıyla işaret ederek) Bu arkadaşlarlaydık işte… (…) Restoran’da…
Mağdur: Ben dedim bu rakının tadı bir tuhaf. (tutuklu sanıklardan olduğundan o an salonda olmayan garsona bakınarak) Çağırdım garsonu, “herkes içiyor işte, sana öyle geliyordur” dedi. Bana niye öyle gelsin? O gün benim ağzımın tadı yerinde olmaz mı? Çok da keyifliydim…
Hakim: (Artık iyice sinirlenerek) yahu sadede gel!
Mağdur: Neyse hakim bey, amaaan! Hanım, baktım arkadaşlar hakikaten içiyor, ben de içtim.
Hakim: (Pes etmiş vaziyette) eee
Mağdur: Oradan kalkıp eve gittim. Çocuklara, aldırana kadar başımın etini yediniz, açın bakim, bir de izleyeyim şu televizyonu dedim. Çocuklar “baba televizyon açık ya” diyince anladık ki, ben kör olmuşum hakimim!

Herkesin yüzünde, ifade edilmesi güç bir ifade!

Mağdur: O gece Vakıf Gureba’ya gittik, bir hafta yattım orada…
Hakim: Yahu adam, şimdi neyin var sen onu söylesene!
Mağdur: Vallahi savcı bey, pardon savcı hanım… ya hakemanım işte! Sizi “kabaca” görüyorum!

Bizim gibi görüyordu yani!

16 Ocak 2011 Pazar

Maslak ne yana düşer usta, Eminönü ne yana

Genel müdürün makam şoförü bana tahsisliydi artık.

"Artık" derken, işe girdiğim ilk günden itibaren yani.

Şükrü abiyle birlikte gidecektik adliyelere birer kere, sonrasında ben yolu öğrenip kendim gidecektim adliyelere.

İş hayatımın ikinci haftasındaydım, Sirkeci ve Sultanahmet adliyelerinde yapılacak işler vardı. Şükrü abi de yoktu ortalıkta. İş başa düştü...

Hukuk müşavirimiz Ülkü hanım, kağıdı kalemi aldı eline, benim seviyeme göre olmasa da, normal bir geri zekalının anlayabileceği şekilde çizerek anlattı nasıl gideceğimi.

Özetle şunlardan birini yapacaktım:

İlk Edirne tabelasından sağa gireceğim, sonra bir kaç tabeladan daha döneceğim, Eminönü'ne varacağım. Aman dikkat etmeliyim, çıkışı kaçırırsam o yol Edirne'ye kadara gider! (Bu, -sonradan anladığım- TEM'den gidiş tarifi.)

Zaten bu İstanbul’da ulaşılması en kolay olan yerler Ankara ve Edirne’ydi. Mühim olan oralara gitmeden gideceğin yere varmaktı. Bunu iki haftada öğrenmiştim.

Ya da Maslak'tan, sol şeritten hiç bir yere sapmadan dümdüz gidecektim. Sonra karşıma deniz çıkacak ve yol sağa kıvrılacaktı. Bu yol basitti ama trafik çok olurdu bu yolda. (Bu da, Barbaros Bulvarı’nı takip ederek gidiş-miş. )

Tarifi aldım elime, şöyle bir baktım... Sonra Edirne tabelasını ilk hedef edinip otoparka indim...
....

Yılların şoförüydüm ama Renault 9 Broadway şoförüydüm...

O gün kullanmam gereken, hukuk müşavirinin arabası olan vectra'nın şoför mahalline kıçımı koymuştum ama ayaklarımı da içeri alıp kapıyı kapatmam bir türlü mümkün olmuyordu. Nereye gitmişti ki bu koltuğun altındaki, koltuğu ileri geri hareket ettirmeye yarayan demir çubuk?

Telefon belki eksi 4. katta olduğum için değil de, arabanın kısmen içinde olduğum için çekmiyordur diye düşündüm. "Yav bu vectraların koltuk çekme demiri nerde" diye arayıp birine sormak üzere arabada kalan kıçımı da arabadan dışarı çıkarttım.

"Sorunları halletmek istiyorsan, meseleye dışarıdan ve hatta yukarıdan bakmalısın" benim için hep bir hayat düsturu olmuştur. Dışarıdan bakınca, koltuğu ayarlamaya yarayan “düğmeleri” gördüm.

Böylelikle arabaya tamamen bindim ve otoparktan yukarı çıktım, plazanın önüne kadar geldim... Daha dün gibiydi oysa, iş görüşmesinde "araba kullanmayı biliyorum ama İstanbul'u şu binanın etrafında bir tur atabilecek kadar bile bilmiyorum" dediğim gün...

Buraya kadar gelirken, araba sürekli ötüyordu... Broadway ötmezdi ama, yeni arabalarda emniyet kemerini takmayınca arabaların öterek "hayat her şeye rağmen güzeldir" mesajı verdiğini biliyordum. Emniyet kemerini taktım... Biraz gittim, yine öttü...

Okumak gibisi var mı be! Temel abimin bürosunda okuduğum Oto Show dergileri yetişti imdadıma. Benzin az olduğu için ötüyor olmalıydı bu araba.

Benzinin de yeterli düzeyde olduğunu fark etmemle birlikte, sürekli ağlayan bir bebeğin niye ağladığını bulmaya çalışan annenin çaresizliği içine girmiştim. Uykusu gelmiş olamazdı ya bu bok yiyenin.

Neyse, uzatmayalım... Park sensörü denen illetle o an tanıştım.

Tanıştığımıza memnun olduk ve yola koyulduk.
....

Aman allahım (oh my god) ! Öyle bir yağmur yağıyordu ki beyler ve bayanlar (ladies and gentlemen) !
....

Tabelaları ancak altından geçerken okuyabiliyordum bu yoğun yağmur sebebiyle. Ki, artık çok geç oluyordu okuduğumda. (Yağmur yanında göz bozukluğumun da bir etkisi varmış gerçi bu durumda. Zira ilerleyen zamanlarda evdeki tv küçük diye göremediğimi sanıp, büyük tv aldığımda öğrenmiştim gözümdeki bozukluğu. Gözlük alınca yeni aldığım tv'yi iade etmek istemiştim de, geri almamışlardı hatta. )

Bak yine uzatmaya başladık! Efendiciğime söyleyeyim, trafik işaret ve işaretçilerini görmekte bu kadar zorlandığımı fark eder fark etmez, "tabelayı kaçırınca beni Edirne'ye sürerek cezalandırabilecek" olan yol tarifinden hemen vazgeçtim ve en sol şeritte huzurlu yolculuğuma başladım. Az sonra denizi görecektim ve şaşırmayacaktım.

....

Ülkü hanımı ilk gördüğümde zaten güvenmiştim kendisine. İşte denizi görmüştüm bile, doğru söylemişti.
Ama küçük bir farkla! Deniz karşımda değil; altımdaydı.

Aman dostlar, siz siz olun, Maslak'tan Beşiktaş'a gitmek için sol şeritten ayrılmamazlık etmeyin. En sol şerit 2. köprüye bağlanıyor, 4. Levent'te.
....

Ben Anadolu yakasına Ankara'dan gelirken ve Ankara'ya giderken uğramıştım o ana kadar sadece. Keşke Edirne'ye kadar gitmeyi göze alaymışım, en azından daha yakındı. Tüh!

....

Gişeleri geçer geçmez arabayı sağa çektim, dörtlüleri yaktım ve durdum.
Sakin olmam gerekiyordu, oldum da. Yutkundum ama ağlamadım.

İlk bulduğum çözüm şu olmuştu: Arayacaktım Ülkü hanımı, yolu şaşırdığımı söyleyecektim, verdiği işleri yarın halletmeyi önerecektim.
İyi de "daha bu çocuk adliyeyi bulamıyor, nasıl avukatlık yapacak ki" demezler miydi? Derlerdi elbet. Bu itibar ve güven zedelenmesi ise mesleğimin başında olumsuz etkilerdi beni.

İkinci çözüm daha radikaldi: "Alın atınızı, s.kerim tımarınızı" diyeyim, vereyim arabanın anahtarıyla birlikte istifamı da, bineyim Nilüfer'e, döneyim mis gibi...

Bu düşünceyi çok sevmiştim. İyi de, geri nasıl gidecektim ki bunları yapmak için. Yolu bilmiyordum! Arabayı olduğum yerde bırakıp gidemezdim ya.

Maslak'ı geri bulana kadar, Eminönü'nü de bulabilirdim! O halde bu işler halledilecek, pes edilmeyecekti.

Yıllar önce birkaç ay İstanbul'da yaşamış olan eniştem Yahya abiyi aradım. Avukattı ama mühendis zekası vardı bu çocukta, duruma göre çözüm üretebiliyordu. "Madem ki karşıya geçmiş bulundun Uygarcım, oradan Kadıköy'e git, orada arabayı park et, Kadıköy'den Eminönü vapuruna bin..."

Ülen hadi Kadıköy'ü bulduk diyelim... Biz yıllarca vapura binmedik ama, kötü havalarda vapur seferlerinin iptal edildiğini dinleyerek büyüdük, hava durumu bültenlerinden. O kötü havalar hangisiydi ki?  Bu yağmurda vapur olur muydu?

Allahın hakkı dört! Dördüncü çözüm kesin çözüm olmalıydı. Yusuf harbi mühendisti. Hem de İTÜ mezunu olduğundan, İstanbul'u biliyordu. Durumu izah ettim ve beni canlı destekle Eminönü'ne götürmesini rica ettim. Kontörüm ya da şarjım, hangisi daha çabuk biter, bittiğinde nerede olurum bilmiyordum. Yusuf, yusuf yusuf seslerini dindirmiş, şimdi orda bir köprü var, oradan sağa dön, şimdi sağında şöyle bir bina olmalı vs. diye diye Eminönü'ne getirmişti beni. Tamamdır kardeşim, sağ ol, dedim.

Eminönü'ne geldikten sonra otopark bulmam o kadar kolay olmuştu ki, anlatamam...
...

Sirkeci adliyesindeki işim de kolay halloldu. Sirkeci'den Sultanahmet'e nasıl gidileceğini öğrendim, bindim tramvaya gittim.

...
İcra dairesinde, bir icra takibi açmak istediğimi belirttim. İcra Müdür Yardımcısı o saatten sonra takip açamadıklarını belirtti. Ben de –kendisinin müdür yardımcısı olduğunu bilmeme rağmen- “vallahi müdürüm, yarın sabahtan çıksam yola, yine bu saatte burada olurum ben, onun için açın siz bu takibi” dedim. İcra dairesindeki herkes bu net çıkışım karşısında bana bakıyor, müdür yardımcısı da “seyirci merak ediyor” dercesine, “nereden geliyorsunuz ki” sorusunu bana yöneltiyordu. “Maslak’tan geliyorum a.q. zoruna mı gitti” dercesine, “Maslak” dedim, güldüler. Bu kez “Ankara’dan geldiğimi” söyleyip şakacı biri olduğumu belli ederek, çaktırmadan kıvırdım.

Siz masrafları bırakın biz yarın açarız takibi dediler, bana acıyarak. Güvendim, bıraktım masrafı… (Açmışlar takibi. )

Sultanahmet adliyesinin önünde, Sultanahmet Camiinin içindeymiş gibi huzur doldu içime… ÖYS’den çıkmış gibiydim… Sınav bitmişti ya, sonucu önemli değildi artık.

Bu huzur çok kısa sürdü.

Ülen araba nerdeydi! Ben kendi bulduğum bir otoparka bırakmıştım arabayı, onlar da bana bir akbil vermişlerdi sadece. Eminönü’nü, Sultanahmet’i, Maslak’ı sor herkese; göstersin, anlatsın. Benim araba nerde diye kime sorayım! Plakasını bile bilmiyorum arabanın…

“Hasssskttiiir” lafını o ana kadarki kullanımlarımın tamamının fuzuli olduğunu fark ettim. O an içinmiş meğer. O an da kullandım.

Filmi geri sararak, önce icra dairesine girdim, sonra tramvaya bindim, sonra Sirkeci adliyesine gittim ve otoparkı buldum. Akbil’i verdim, araba neydi abi dediler, vectra dedim. İçine binince doğru araba olduğunu anladım.

Otoparkçıya, Maslak’a nasıl gidebileceğimi sordum… O da aynı şekilde başladı anlatmaya… “Biri kolay ama trafik olur…” Aman abim sen kolayı anlat bana dedim. Ülkü hanım evine gitmek için benim dönmemi, daha doğrusu arabayı bekliyordu. Biraz beklemesi, Ankara’ya ya da Edirne’ye gitmemden kötü değildi ya. Trafikli ve kolay yolu seçmeliydim. Ki herkes orayı tercih ettiğinden trafik vardır o yolda. Herkes tercih ediyorsa da bir bildikleri vardı mutlaka…

İyicene öğrendim kolay olan ve zaten geldiğim yol olan yolu.

100 metre gitmemiştim ki, polis durdurdu beni. Dedi, yol kapalı. Dedim, abim, bokunu yiyim, benim bu yoldan gitmem lazım. Polis gerçekten iyiye gül, kötüye dikenmiş. Tüm iyi niyetiyle, kendisi müsaade etse bile, yolda çalışma olduğundan o yolu kullanmamın mümkün olmadığını izah etti bana… Peki nasıl gideceğim ben Maslak’a dedim. Unkapanı Köprüsünü biliyor musun dedi, hayır dedim. Balat’ı biliyor musun dedi… Cevap aynı… Sonra gitti plakaya baktı: 34! Senle mi uğraşacağız birader, yol kapalı işte diyerek, diğer vatandaşların hakkı olan hizmeti bana sunamayacağını ima etti. Adildi de.

Sonra bir taksi buldum. Dedim abi düş önüme, beni Maslak’a götür, orada veririm paranı ne tutarsa.

Selçuk doğru söylemişti: İstanbul büyük ama zordu!

15 Ocak 2011 Cumartesi

yersiz hisler yurtsuz davranışlar

Birkaç gün önce, şu anda yeryüzünde olanlar ve henüz yeryüzene gelmemiş olanlar dışındaki herkes gibi "erken" gitti Kıvırcık Ali de.

"Gülüm" çalıyordu Kıvırcık Ali'den.

Ne gülüyorum ulen dedim kendi kendime! Sırası mıydı şimdi, Hanefi Avcı'nın sevgilisine "gülüm" demesini hatırlamanın... Velev ki sırası, bunda gülünecek ne vardı?

Ağlanacak halime gülüyorum desem o da yersiz. Ağlanacak halim yok çok şükür. Bağlanacak halim de yok hiç. Kim bağlanacak şimdi.
Bir de almanak diye bişi var. Almamaktan değil, iklimden geliyormuş almanak.
Anlamak biz... Bu da mevsimden ileri geliyor. Dört mevsim anlamamak ise, dördüne de eşit davranacaksın diyen kutsal emirden ötürü.

Bu vesileyle buradan başbakana da seslenmek istirorum: İçkiyle ilgili bir yasağa ihtiyaç varsa, o da karıştırmaktır. Karıştırmayı yasakla, canımı ye. Tek tip içilsin, aksırına kadar içilsin. ("Aksırana"yı "Ak'sırana" şeklinde de yazabilirdim ama, onu Yılmaz Özdil'e bırakalım.)

9 Ocak 2011 Pazar

Sahibinden gibi, ama değil gibi de

İstanbul'a geldik! (Buraya kadar anlaşılmayan bir husus var mı?) (Yaza yaza, okuyucuyla nasıl iletişim kuruluru da kaptım mı ne?)

Kıvanç efendi geldi Ankara'dan. Ama -henüz- temelli değil... Elini kolunu sallayarak, ev bakmaya geldi.
Kızalay'da Gima'nın önünde buluşma şansımız olmadığı için, Taksim'de Anıt'ın önünde buluştuk.

O gün ev bakacak, hatta tutacaktık. Ne taraftan baksak sorusuna cevap bulmak için, kendi etrafımızda 360 derece dönecek kadar vaktimiz yoktu. O anki görüş açımızın içinden bir yön seçtik. Hadi şuradan başlayalım diyerek, Gümüşsuyu'na yöneldik.

Ta ki Beşiktaş dolmuşlarının kalktığı, Çin Restoranının oraya kadar tek bir tane bile kiralık ev görememiştik. Ama tam da oraya gelmiştik ki, kısmetimiz göz kırpıyordu bize... Bir yanında bir otel, bir yanında bir harabe... İkisine de gelirim sizinle der gibiydi. Biz de ondan bir elektrik almıştık ilk anda.

Kapıcıyla görüştük. Kapıcı, Asım Bey ilgileniyor bu evle dedi. Asım Bey de bey yani! Cihangir'de küçük emlakçı dükkanı... Kirli sakallı, pis suratlı, hafif aksak, doğulu bir vatandaşımız. Asım Bey bir anda Asım Abi olmuştu bile bizim için...

Evi gezdiğimizde, biz kendimiz bir ev yaptırsak biz de böyle bir şey yaptırır, böyle de döşerdik  zaten, dercesine baktık Kıvanç'la birbirimize.

Ev deniz de görüyordu iyi mi! Gittiğimizde biz de gördük çünkü denizi, evle, ondan biliyorum.

Kirası da limitlerimiz dahilindeydi. Gerçi ben biraz daha merkezî bir ev istiyordum ama, deniz görüyor diye o meydana kadar olan mesafeyi her gün yürümeyi göze almıştım. Kıvanç ise, İstanbul'la geçmişi benden daha fazla olduğundan mı, yoksa yer yön duygusu benim kadar kötü olmadığından mı bilmiyorum, evin olabilecek en merkezî yerde olduğunun bilincindeydi, ta o günlerden.

Biz, otopark var mı diyoruz; Asım Abimiz otopark ne ki, vale hizmeti de var bu apartmanda diyor.
Kapıcı var mı diyoruz; evet, evi de temizler hatta diyor...
Biz ne sorsak bir fazlası var yani!

Asım Abimize kaporayı verdik, o da bize, bizden eve taşınacağımız tarihe kadar geçecek 10 gün için kira almamayı bahşetti. Daha doğrusu öyle bir şeyden bahsetti.
......

Asım Abimize bir miktar daha para ödemek için gittiğimde, bir aksilik yok değil mi, diye sorduğumda, bu sorumun anlamsızlığıyla yüzleştirdi beni.

Daha sonrasında, abi bak pazartesi taşınıyoruz ha, değil mi diye aradığımda ise, ben de camları sildiriyorum zaten, cevabıyla daha da bir ezmişti beni.

.....

O sabah, Fatih'e akşam artık görüşemeyeceğimizi, her şey için teşekkür ettiğimi, bundan sonra kendisini kendi evimize bekledeğimi ve son olarak anahtarı nereye bırakacağımı belirterek çıktım evden.

Öğlen işyerinden izin aldım, sonra gelip Fatih'in evinden eşyalarımı aldım ve gittim Taksim'de Anıt'ın önüne.

Kıvanç'ın da benim de elimizde bavulumuz, sırtımızda yatağımız ve omuzumuzda sazımız/gitarımız yürüyorduk Asım Abimize doğru. Kıvanç'taki  gitar, köyden inmediğimizin şehire, Başkent'ten geldiğimizin belgesiydi.

Asım Abimize, bizim gözü açık iki hukukçu olduğumuzu, çok da gözüne sokmadan hatırlatarak, şu kontratı da imzalasak dedik.

Asım Abimiz o iş kolay diyerek yüreğimize su serpti. Yalnız çocuklar, anahtarı sakın değiştirmeyin diye tenbihte bulundu bize anahtar teslim töreninde. Aynısından kapıcıda da olduğunu, anahtarı değiştirirsek evimizin temizliğinin yapılamayacağını da belirterek, ne kadar yerinde bir tenbihte bulunduğunu vurguladı.

İkinci husus, kontrat tek suret yapılacak, o suret de kendisinde kalacaktı. Ki bunun da tıpkı anahtar gibi çok mantıklı bir sebebi vardı.

Üçüncü ve son husus ise, ki, buna husus denmez, küçük bir detaydı, kontratı Asım Abiyle değil, Asım Abinin bu ev için birlikte çalışıtığı bir diğer dostuyla imzalayacaktık.

Sazlarımızı, denklerimizi, bavullarımızı Asım Abinin bir kısmı da çiçekçi olan ofisine bıraktık ve yürümeye başladık. Gümüşsuyu'nda bir başka binaya girdik. Kirli sakallı, pis suratlı, ayağı aksak, aksanı bozuk Asım'ın arkadaşı açacaktı kapıyı az sonra.

Kapı açıldığında koruma tipli bir adam, "Ednan Bey" kılıklı, canti, biryantinli saçları, viskisi ve purosuyla duran bir adamın yanına götürdü bizi.

Bu durumu çok yadırgamadık. Neticede biz de eli yüzü düzgün tiplerdik ve Asım bizim abimizdi. Arkadaşları da illa Asım gibi tipler olacak değildi ya.

Asım bizi, işte bahsettiğim arkadaşlar diyerek takdim etti. Ednan Bey kılıklı adam, ya Asım'ın bahislerini tam hatırlamadığından ya da teyit amaçlı, bize yine de bazı sorular sordu. Ne iş yapıyorsunuz ve benzeri sorular.

Son sorusu ise "ne tarafta oturuyorsunuz?" oldu. Bizi en çok zorlayan soru bu olmuştu. "Nasipse, kiraladığınız evde oturacağız işte" cevabımızdan sonra, Ednan Bey İstanbul beyefendiliğini de bozmadan, başladı Asım'a fırça kaymaya...

Biryantinli abinin, evi olmayana ev kiralamadığını, evin sadece garsoniyer amaçlı kullanım için uygun olduğunu çok da geç olmadan anlamıştık.

Ednan Bey kılıklı adam, Asım adına da bizden özür diledi ve kapıya kadar uğurladı bizi.

....

Kıvanç'la biz, başımızı çok da belaya sokmadan Asım'a kaptırdığımız parayı geri kurtarmamız ve bu üç kağıtçı heriften anında uzaklaşmamız gerektiği konusunda hemfikirdik.

Asım ise bir yandan Ednan Bey kılıklı adama bok atıyor, bir yandan da bizim kafamızı yormamamız gerektiğini, bize daha güzel ev bulacağını belirtiyordu. En kötü ihtamalde ise, kendisinin bizi zevkle misafir edebileceğini, evinin müsait olduğunu, yengemezin de  bize yemek yapacağını belirtmekten kendini alıkoyamamıştı.

....

Asım'a artık bir kuruş daha para vermeyeceğimizden emindik ama verdiğimiz parayı geri alabilmek konusunda o kadar da kendimizden emin değildik. Bunun için, yine Asım'ın portföyünden bir ev beğenirsek, parayı bu yolla kurtarma ihtimalimizin daha yüksek olacağını düşünmüştük.

Asım portföy olarak bize tüm Cihangir'i sundu ve üçümüz yeniden yürümeye başladık. Bizim aklımızda şu vardı ama: Bulduğumuz yeni evin emlakçısıyla Asım, o ev için yine ortak iş yapıyor olacaktı, ve bizim ondaki paramız safdışı kalmayacaktı.

Yeni abimiz, Mahmut Abimizle işte o anda tanıştık.

Mahmut Abimizin evi deniz görmüyordu. Ayrıca ev Taskim'in neresinde kalıyordu hiç bir fikrim yoktu. Ama Asım'da misafir kalacak halimiz yoktu, Fatih'e de "kardeş ben geri geldim, hem de Kıvanç'la" demek istemiyordum. Mutlaka tutmalıydık bu evi.

Evin mutfağı, bakkalından daha uzaktı salona. Salondaki pencereden sesleniyorsun; Hasan, iki bira versene diye... Mutfağa gideyim, şişeleri daha sonra iade edeyim derdi yok. Artık içmeyecektim, bunu biliyordum ama, Mahmut Abimizin pazarlık sırasındaki ikramı olan Nescafe 3'ü 1 aradalar mutfaktan değil, doğrudan bakkaldan gelince, biranın da gelebileceğini öngörmüştüm.

Mahmut Abimiz Nuh diyor, 50 Lira fark için peygamberi söylemiyordu. Öldürücü darbe o anda Kıvanç'tan geldi: Bak ben de Birgün Gazetesi'nde çalışıyorum... (Sehpada duran ve Mahmut Abinin okuduğu Gündem Gazetesi'ni göstererek...) "sizin gazete 5 bin satıyor, bizimki 20 bin, 25 bin kişinin 3'ü burada"...

Bu darbe, anında öldürücü darbelerden değildi. "Hayatın ekonomik gerçekleri var, bu paraya ihtiyacım var benim" dedi Mahmut Abi ve bizi yolcu etti.

Sonra arkamızdan seslenip geri çağırdı bizi. Evi istediğimiz fiyattan vereyeceğini söyleyerek şartını ekledi: ben evimi emlakçıdan kiraya vermem. Onun için siz de Asım'a para vermeyeceksiniz, ben de vermeyeceğim.

Tamamdır Mahmut Abi dedik,  tuttuk Kıvanç'ın hala oturmaya devam ettiği o evi.

Asım, hayırlı olsun dileklerini sundu, borcum borç dedi. Ama siz bana 30 Lira daha verin, yengenizi hastaneye götüreceğim; hepsini birden ödeyeyim size, diye yepyeni bir teklif daha sundu. Onunla da anlaştık...

Borcu, borç. Biliyoruz.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Bir eksik bir fazla, İstanbul bizi sakla

Ankara'da veda turları atıyorum...

1 hafta sonra İstanbul'da işe başlayacağım. Nerde kalacağıma dair ve sair her şeye dair hiç bir fikrim yok.

Okay, "Ne güzel işte olum, sıfırdan bir hayat! Adım hasan desen, herkes seni hasan bilecek...  Herşey elinde..." şeklinde bir gaz verdi... (İstanbul'a gidince uzuunca bir süre alkol almama kararı aldım ben de hemen, bu gazın üzerine. Kendimi hasan diye tanıtmayacaktım ama, içmeyen biri diye bilmeliydi beni herkes.)

Dilek, Uygar bizim Kıvanç da İstanbul'da işe başlayacakmış, onla eve çıksanıza, dedi... (Aradık, Kıvanç'la prensipte anlaştık.)

Betül de, bizim Fatih var, ben ararım, git onda kal ev tutana kadar dedi. Fatih'e dair o kadar çok detay anlattı ki Betül... Ve bizim Fatih'le geçireceğimiz günlere ve dahi sonrasına dair söylediği herşey harfiyen doğru çıktı. (Öyle ki, Sinem'le evlenmem de bu olaya dayanır: Sinem'le de bizi Betül tanıştırdı. Ben Betül'ün Sinem hakkında anlattıklarına inandım, Sinem'in kendini anlatmasından çok. :) )

Yine Nilüfer, yine Kavacık... (Ki 5 yıl sonra, yine Nilüfer'le yine Kavacık'tan terk edecektim İstanbul'u) Bu sefer servisle Beylikdüzü'ne gittim. Orda bir asker arkadaşım vardı, sağolsun beni Beylikdüzü'nden karşıladı. Sonra Taksim'de, Bambi'de ilk ıslak hamburgerimi yedim. Sonra da asker arkadaşım Dr. Serkan, beni Şişli Perihan Sokak'ta, Fatih'in evine bıraktı.

O gün zile bastığımda karşıma çıkan "kim o" sorusu karşısında ilk defa apışıp kaldım. Kimdim hakkaten? Şeyyy, ben Uygar, hani Betül bahsetmiş olmalı....

Fatih, yoldan geldin, duş almak istersin dediğinde, teşekkür ederim dedim... Sonra, ne teşekkürü ulen en az iki hafta burdasın işte dedim kendi kendime. İki hafta boyunca akşam oturmasına gelmiş misafir gibi yaşayamazdım ya.

Duştan sonra, iki bira açılmıştı! Okay'ın gazıyla aldığım karar ötelenmişti bile: neyse artık kendi evime taşınınca başlayacaktım içmemeye.

Ertesi gün ilk iş günümde bir mail düştü outook'a: Saat 16:00'da 4. kat toplantı odasında, 400 şişe soğutulmuş tekel birası, ısıtılmış kuruyemişle sizi bekliyor!

Artık İstanbul'da yaşıyordum, her an uyanık olmalıydım. Oldum da: Yeni gelmiş sazan diye birileri bana şaka hazırlamıştı. Çaktırmadan sağa sola bakındım, kimler bakıyor okuduğum maile verdiğim tepkiye diye...
Şaka değilmiş!
O halde ölmüştüm de, cennetteydim....

Ana! Ölmemişim de!
İlk iş günümüzde de bira...

06 < 34 DÖRT (Ankara'dan ayrlık: Kavaklık)

İş görüşmesine gideceğim İstanbul'a.

Şenol'un kredi kartıyla MCA'den bir takım elbise aldık. İşe girersem öderiz, giremezsem iade ederiz, ben avukatım iade edebilirim, dedim!

Uğur dedi ki, Nilüfer'e bin, Kavacık'ta in, servisle Mecidiyeköy'e gel, Ali Sami Yen'in önünden alırım seni.

Meciyeköy'ü hatırlıyordum, Avrupa Yakasında olduğunu da biliyordum... Ama Kavacık'ı ilk defa duymuştum. Dilek biliyorumuş: Kavacık mı? Oooo Avrupa Yakasının en sonunda!

AŞTİ'ye gittim, muavin nerde ineceksin dediğinde muhteşem ezberim giriverdi devreye : KAVAKLIK'ta ineceğim. Muavin "Kavacık olmasın" dediğinde ise, uzlaşmacı yanım devredeydi: Evet evet, Kavacık.

Sabah indik Kavacık'ta, tedbiri elden bırakmayarak, 8 defa sorarak bindim doğru servise. 9. soruşum teyit amaçlıydı, Mecidiyeköy'e gidiyor di mi diye.
Servis denizin üzerinden geçince 10. kez sormam da gerekti fakat. Zira ben biliyorum, Mecidiyeköy Avrupa'da... Dilek biliyor Kavacık da Avrupa'da! Yani biz zaten Avrupa yakasında olmalıydık o anda, bu deniz geçme de nerden çıkmıştı?
Zaten Uğur'un telefonu da kapalı...

Neyse buluştuk, bir kahvaltı yaptık... Öğlene doğru da Maslak'a nasıl gideriz araştırmalarına başladık. Biri diyor metro, ordan dolmuş... Öbürü önce otobüs sonra dolmuş... Tarifler bize karışık geldiği için, yol da çok uzak sandık. Gerekirse gemileri yakarız edasıyla sorduk: yahu taksiye binsek ne yazar ki!
50-100 değil de 6-7 lira cevabıyla şaşırdık ve rahatladık.

Sema ve Eylem bir görüşmeye, Uğur'la ben de diğerine gittik.
Ne kapısı, ne penceresi belli olan camdan plazanın önünde daha bir aciz hissettim kendimi. Uğur bir çay ocağında oturdu, ben girdim içeri... Kapıdan girerken, inşallah olmaz dedim içimden. Sonra tırstım, ulen aylardır iş, iş diye dua ediyodum, şimdi inşallah olmaz dersem. allah benim ağzıma sıçar diye.



Tecrüben var mı dediler, yok dedim.
İngilizce var mı dediler, Yes, hayır demek, pensıl da yoğurt demek, başka bilmiyorum dedim.
Ehliyetin var mı dediler, valla var ama, şu binanın etrafında bir tur atacak kadar bile bilmiyorum İstanbul'u dedim.
Ne sordularsa yok dedim yani...

Yorumları şu oldu: Bu kadar olumsuzluğa rağmen burdaysan çok isteklisin demek ki! Bizim için de önemli olan istekli birinin olması!

Akşam üstü, kızların da benim de işimiz okeylenmişti.

Resmen İstanbul'da yaşayacaktık artık. O akşam Galata Köprüsünün altında içtiğimiz biralar pek bir ikircikliydi!

06 < 34 ÜÇ (Ankara'da bis yapmak)

Askere gitmeden önce, Ankara'yı terketmiş, Adana'ya yerleşmiştim. Son perdesiydi yani Ankara'nın, askerden hemen öncesi... Fakat seyirci o kadar  alkışladı ki, yeniden Ankara'da arz-ı endam etmiştim.

Uğur: madem sponsoru bulduk, ikinci klibi ikinci albümden bir parçaya çekelim dedi.
Uygar: İkinci albüm???
Uğur: Batur'la da konuştuk, ben solo albüm yapacağım, bir iki ayı bulmaz çıkartırız. Öncü Salça sponsor olur, sen de menajerimiz olursun...

Bu sözlerle başladı son Ankara macerası...

Ev yok, iş yok, para yok... Artık öğrenci değilsin, stajyer değilsin, asker değilsin...
Ama lüküs hayatla o dönem tanıştım!

Sema ve Eylem İstanbul'a taşınmış dizilerini satmaya çalışıyorlar. Uğur hafta içi İstanbul'da, haftasonu Ankara'da. Sema'nın Başçavuş'taki Kocatepe manzaralı kıç donduran evi bende.

Harıl harıl iş arıyorum, bir avukatın yanında çalışmak için. Bir yandan da beste arayışlarımız devam ediyor ikinci albüm için. Uğur haftasonları geldiğinde veriyor gazı: "ortaam ne yapacan başkasının yanında çalışıp, şu diziyi satalım, açarız bir büro, hem ne yapacağız ki o kadar parayı? Murat Hasarı da bir beste verdi zaten, konser organizasyonları falan derken sen de bir Ömer DURAK olursun..."

Ben de iş güç olmadığından paso geziyorum. Arkadaşlar avukat olmuş... Artık Sakarya'ya da takılınmıyor. Publar, cluplar... Hiç param olmadığı için, para da harcamıyorum hiç. Sigara almaya giden iki paket sigara alıp geliyor, bira almaya giden iki kişilik... :) chesterfield içiyordum ben, arkadaşlar marlboro alıyordu... ben efesçiydim, arkadaşlar miller getiriyor...

Hayatımdaki tek eksik paraydı yani. Onun eksikliği de gönül borcunu aşırı artırıyor sadece, bir şeyden geri bıraktırmıyor. Herşey süper...

Ben Ankara'da iş bulamayacağım galiba, Adana'ya döneyim geri diye düşündükçe dostlar daha da bir canhıraş iş arıyordu bana. Amaç Adana'ya dönmememdi... Ankara'da kalma amacını atmalış olacak ki, Okay bir iş buldu: İstanbul'da...

Deli (!) para veriyorlar hemi de...

06 < 34 İKİ (Entebin hamamları)

Ben Köşem Bar müdavimi olmuştum artık. Grup Çukorava ekibiyle tanıştığımız gibi, diğer müdavimlerle de tanışmaya başlamıştık. Uğur'larla da ailecek görüşüyorduk artık.

Bir gün...
Uğur: Albüm yapıyoruz.
Ben: Hayırlı olsun. Nasıl bir şey olacak?
Uğur: Hava Bulutlu diye bir beste var, Nurettin Abi de Ayrılık Vakti'ni okumamıza izin verdi...
Ben: Eeee
Uğur: Gerisi de anonim türkü.
Ben : Sırf türküden albüm mü olur, geçilmiyo zaten türkü albümünden... Başka yeni besteler de bulsanız ya. Talat var mesela, Vefasız'ın bestecisi...

....

Aradan aylar geçti, ben Gaziantep'te jandarmayken, Uğur, kaset çıktı, Antebin Hamamları'na da klip çektik dedi... Kaset Antep'in kasetçilerinde yoktu ama!




Okay, Karanfil Sokak'taki kasetçilerin birinden alıp kargoyla göndermişti CD'yi. Mükemmel bir albüm olmuştu! Acaba kaç milyon satacak merakıyla dinledim albümü defalarca! Dinlettim de eşe dosta. Bölük komutanımız, "sen o arkadaşlarına söyle dometes satsınlar daha çok kazanırlar, satmaz bu kaset" dediğinde, üzülmüştüm müzikten hiç anlamayan(!) bir üsteğmenin astı olduğuma.

Antebin Hamamları'yla çıkış yapan grubun kaseti nasıl satılmaz Antep'te diyerek uyardım Uğurları. Klip kasetlerini de dağıttım Antep'in yerel kanallarına.

Uğur ikinci klibi çekeceğiz, sponsor lazım dediğinde, koskoca jandarma çavuş var arkanızda rahat olun dedim!

Sponsored By Öncü Salçaları



Salçacıdan sponsor mu olur demeyin... Ben de temkinli yaklaşmıştım, "biz marka değeri olan kurumsal bir firma olma hedefindeyiz" dediklerinde... Şimdi çıkıyor reklamları tv'de.

7 Ocak 2011 Cuma

06 < 34 BİR.... (Uğur)

İstanbul böyük ama zor...

Temele inip anlatayım:

1996 yılında, üniversite sınavına girecektim. Üniversite ortamını göreyim de, gaza geleyim diye Selçuk Üniversite'ne gittim, görücüye, Yahya Abilerle. Baktım dersane daha iyi, kazan-a-madım o sene ÖYS'yi.

Sonraki sene, yeni yıl tatilinde Ankara'ya gittim, Çağlar'ın yanına. Çağlar bana kahverengi Ankara Hukuk'u gezdirdi. Gözümdeki fer onu ikna etmemiş olsa gerek ki, "sen ancak burayı görürsen gaza gelirsin" düşüncesiyle, beni Sakarya Caddesi'nde bir türkü bara götürdü.

Çağlar'a buralarda "istek yapılıyor mu" dedim... Aldım peçeteyi elime... O zamanlar elektriksiz olan evimizde, geceleri Beyaz çalsa da Banu'dan dinlesek dediğimiz, Acem Kızı'nı yazdım ona.

Grubun solistleri değil de, arkada elindeki davulu çalan oğlan söyledi Acem Kızı'nı. Solist de, "teşekkür ediyoruz Levent'e" dedi.




Aradan bir sene geçti, kazandık sınavı. Geldim, Ankara'ya.
Dersaneden arkadaşım Ayzıt'la gitmiştik yeniden ilk kez Sakarya'ya. İlk biramı, gündüz vakti "Forza İboşum"da içmiştim, o gün.

Sonra Adres Bar'ı öğrendik. Şimdiki Grup Su vardı orda. Arkada tumba çalan, esmer, gözlüklü biri vardı. Aynı bizim Alper Abiye benzemiyor mu, demiştim Çağlar'a. Ben bir tek "hay nik na" söylerken denk geliyordum ona.

Sonra yine bir gün, aradan yine yıllar geçtiğinde, Cebeci Pazarı'nın açılışına gittik, yine Çağlar'laydı galiba. Açılışın assolisti Edip Akbayram'dan önce ne görelim bir de, arkada ritim tutanların ikisi de, solist olmuş...

Grup Çukurova her haftasonu, Limon Bar'da dediklerinde, Edip Abi gölgede kalmıştı bile. ("Ey Edip Adana'da Pide Ye" dedik ona, tersten de okusun diye.)

Bir iki defa dinledik onları orada... Hatta, geçenlerde vefat ettiğini facebook'tan duyduğum, Ramo'yu da orda görmüştüm. Benim için şöyle bir karedir Ramo: davulu çalarken arada çeker uzun Marlborosundan, sonra bir galon dumanı burnundan üfler... O duman yere çarpana kadar gider, bir tren rayı gibi, paralel ve düzgünce...

İzlerini kaybettik sonra göt kadar yerde...

Bir de baktık Köşem Bar'dalar...



Üçüncü, bilemedin beşinci gidişimizdi, Köşem'e... Pazar akşamıydı... Pazar akşamları zaten görece Off günüdür barların... Bir de kız yurtlarının giriş saati geldi mi (ki ikinci aradan hemen öncedir o saat!) iyice boşalırdı, pazar akşamları Köşem de... 

Herkes sahneden kopmuş, sahneye tepki veren tek masa, Çağlar'la benimki... 

Alper Abiye benzeyen çocuk, 2. aradan 3. araya geçerken geldi bizim masaya oturdu. Bizim gruba da basçı lazım dedim, hallederik dedi. Ben şarkı söylerken bayılıyom dedim, öğretirim söylemeyi dedi.  Basçı sorunumuzu o halletmedi. Bir defa da şan çalıştık, Başçavuş Sokak'taki evinde.

Neticede o akşam tanıştık Uğur'la... 

6 Ocak 2011 Perşembe

İşte böyle, karanlıklar çöken de...

Adana'ya taşınalı çok olmamıştı... Burnumuzun dibindeki Bahçe burnumuzda tütmeye başlamamıştı bile. O kadar yeniydik yani.

Yıllar sonra Ankara'da yıllarca Köylüler Sokak'ta yaşamam gibi tutarlıydı bu da: taşradan gelmiştik, Adana'nın en taşrasını seçmiştik. 100. Yıl'da oturuyorduk.

İki kapağı bir odaya, iki kapağı diğer odaya açılan bir gardropla bölünerek iki odaya dönüşmüş bir odayı paylaşıyorduk kardeşler. Fonksyonellik bu kadarla da bitmiyor; benim oda oturma odası da olabiliyordu.

Çok çok mutlu günler olarak kalmamış aklımda o günler. Ama evle hiç ilgisi yoktu bunun. Bahçe'yi özlüyordum, özlüyorduk. Sebebi buydu.

Anam tutturdu yeni bir ev alalım diye. Ben itiraz ettim; bu evden fazlası fazla gelir bize, iyi böyle diye. Bu itirazımı şimdi hatırlayan yoktur. Ama bunun da hafızayla ilgisi yok. O zaman duymamışlardır çünkü.

Neyse, uzatamayalım...
Efendime söyliyeyim; bir ev bulduk. Çok sağlam bir müteahhitten, gayet güzel, manzaralı bir ev. Eli kulağında, bitti bitecek. Natamam desen, ya tamam işte, diye itiraz edilir. Biz çok sağlam müteahhide oturduğumuz evi vereceğiz, o evin ederi kadar da para vereceğiz, birkaç hafta içinde de yeni eve yerleşeceğiz.

Vereceğiz dedik, verdik. Bizim konut projesinde 10bin peşin de yoktu. Evi devrettik, ayrıyetten verdiğimiz evin ederi kadar da parayı (ki kendisi annemin emekli ikramiyesiydi) ödedik.

Bizim yeni ev tamamlanmadan, bizim müteahhide verdiğimiz evi müteahhit iyi niyetli üçüncü kişi C'ye satmıştı.("Ü" değil, "C" idi.) Bizim yeni ev bitmemişti ama aynı müteahhitten ev alan C'nin evi bitmişti. C bitmiş evine taşınmak için diğer evlerin bitmesini beklemeyi gereksiz bulmuş olacak ki, bu muhtemel saikle, ruhsatlı olup olmadığı bilinmeyen silahını göstererek, mülkiyeti kendisinde zilliyedi bizde olan evi tahliye etmemezi istedi. Biz de silah belki ruhsatsızdır diye düşünerek, apar topar taşındık, mülkiyeti iyi niyetli üçüncü kişi C'ye ait olan taşınmazdan.

Biz de ne eski evimiz, ne de yeni evimiz olan iyi niyetli 3. bir eve taşındık, geçici bir süreliğine. Bu sırada taşınmazın bağımsız bölümlerinden bize özgülenmiş olanla ilgilendik; apartmandan bağımsız olarak tamamlandı bizim daire. Natamam apartmanda mukim birkaç komşumuzla yaşarken, bir yandan da apartmanın ortak kullanım alanlarının ve diğer bağımsız bölümlerinin tamamlanmasını izliyorduk.

Günlerden bir gün müteahhit sırra kadem bastı. O zamana kadar apartmanın, daha doğrusu inşaatın elektriğini kullanıyorduk. Müteahidin peşi sıra, bir gün elektrik de sırra kadem bastı. O elektriğin dönüşü 1 yılı buldu, bizimkilerin halen oturduğu apartman hala natamam...

Biz de o bir yılda elektriksiz yaşama konusunda kıdem bastık.

Elektrik neyse de,  asıl susuz yaşanmaz diyen empatiseverlere de şunu belirtmek isterim ki; hidrofor denen ve suyun yukarı çıkmasını sağlayan zımbırtı da elektrikle çalıştığından tüm şehir suyla ilişkisini kestiğinde çıkardı su bize; geceleri depolardık!

Yarın birgün bir çocuğa "siz yeni nesil çok şanslısınız, bizim zamanımızda elektrik yoktu, mum ışığında ders çalışırdık biz" diyebilmek çok büyük bir şans. Bardağın dolu yanında, bir tek bunu diyebilmek yok tabi. Biz ailecek birbirimizi en çok o yıl tanıdık örneğin. Çocukken de severdim elektriğin kesildiği akşamları, tüme varınca sevdim o yılı da.

O yıl elektrik olsaydı (ya da tv mumla çalışsaydı) ben zor kazanırdım üniversiteyi...
Dershaneden çıkınca, üstüne bir de 8 kat çıkınca dersten kaçacak yer kalmazdı! :)

Tv mumla çalışmıyordu ama pilli radyo dinlenebiliyordu pille.  O yıllarda Beyaz Show Radyo D'de yayınlanırdı. Bir kaset var hala elimde, bizim de katıldığımız yayınların kayıtlı olduğu.
Bizim kızlar çoktan seçerek aşık olmadıydı yani Beyaz'a. :)

Yeni Yüzyıl gazetesi vardı bir de. Günlük gazete okumam da o zamana denk gelir.

Bir de daha dik dururum o günlerden sonra... Kafasında kitapla mankenliğe çalışanlar gibi çalıştım ben üniversite sınavına. Oynamayı öğrenen bir ayı gibi de denebilir buna. Uykun gelir de, biraz başın düşerse öne, mum ışığından yanan saçlarının çıtırtısına uyanmayı tecrübe ediyorsun çünkü bir kere.
Saçın gitmesinden geçtim, çok da pis kokar saç yanığı!


İşte o yıldan bazı notlar:

Aygaz'a gaz

Tüpçüler, sucular sadece bir kez servis yapardı bize. İlk seferde verirdik siparişi, gelirdi. İkincisinde "Abi o yeşil apartman mı? Oraya servisimiz yok! Ama isterseniz apartman girişinde teslimat yapabiliriz" derlerdi. Biz de her seferinde yeni bir bayiye sipariş verirdik. Yine de az taşımadım...

Tavşan kanı

Kulakları çınlasın, anamın çayları pek kötü olur. Bir akşam tv karşısında sohbet ederken kendi prime time'mızda, annem geldi elinde çay tepsisiyle... Babam, "hanım, bu karanlıkta bile rengi güzel; el yordamın göz kararından iyiymiş" dedi... İlk yudumunda babamın yüz ifadesi de çayın rengi gibi gayet net seçiliyordu mum ışığında! Annem o akşam pul biber demlemişti bize. Bizim evin ilk acisso'su da oydu, günlerce kullanıldı yemeklerde.

Dün nerdeydiniz

O zamanın popüler puştlarından Tunga: "İbrahim amca dün akşam size geldik, ışıklarınızın yanmadığını görünce, gezmedesiniz sanıp geri döndük."

Bir dakika aydınlık için neler vermezdik

O yıl Susurluk kazası olmuştu ve "Sürekli aydınlık icin bir dakika karanlık kampanyası" vardı. Biz o kampanyaya balkona çıkıp lüksün gazını açıp kısarak katılmıştık.

Pilin ömrü önemli

Yahya Abide görmüştüm ben ilk cep telefonunu. Ericsonn 337! Bize misafir gelmişti... Bu cep telefonu ne güzel bir şey demiştim, gece karanlık merdivenlerden çıkarken, telefonun ekranının ışığından faydalanılabileceğini görünce.

Bilen bilir, 337'lerde deşarj modu vardı. Pilin ömrü uzasın diye, tam deşarj edilip sonrasında şarj edilebiliyordu. Bizim artiz telefonunu deşarj etmiş, priz nerde, göremiyorum karanlıkta diye sorduğunda, susmuştum saygımdan!

Ertesi gün dersaneye götürmüştüm telefonu şarj etmek için... Pek havalı olmuştu, sebebini bilmeyenler için... Eve dönerken çalmıştı telefon. Ben yes tuşuna basmama rağmen niye karşı tarafın sesi gelmiyor diye düşünürken, "çocuğa bak, cep telefonu var, belediye otobüsüne biniyor" diye kınanıyordum bazı yolcular tarafından. Çalan telefonun önümde oturan kişiye ait olduğunu farkedince, kınanan ben olmadığım için çok rahatlamıştım!

Ayna gibi

Biz televizyon yayınlarını izleyemiyorduk ama, televizyon yayınlarına çıkabiliyorduk. Kanal A mıydı, Metro TV mi, Tempo Tv mi, hangisiydi hatırlamıyorum ama bir yerel kanalda canlı yayına çıkmıştık, maaile, tüm kuzenler. ÖSS'den iki hafta önceydi.

Ben iki büyük korkuyla büyüdüm. Biri babamı kaybetmek, biri de gözümü kaybetmek. Bu kör olma korkusu sebebiyle de geceleri hep lambaların anahtar düğmelerine bakardım, teyit amaçlı. Onlar fosforlu olur, gece karanlıkta da görülürlerdi.

Korktuğum başıma, işte tam da o yayının gecesinde gelmişti. Kör olmuştum. Hem de tek sıkıntı göremiyor olmak değil, hiç hesaba katmadığım bir de acı vardı üstelik. Artık gündüzleri de göremeyecektim. Benim için kör olmak "aklıma gelmeyen başıma geldi" durumu olmadığından, farklı düşüncelere gark olmuştum. Gaipten bir ağlama sesleri duyuyordum. Galiba artık rüyaya dalmıştım da, bizimkiler bana ağlıyordu....

Ana! rüya değilmiş ya la! Kardeşim ve o gece bizde kalan arkadaşı Açelya'ymış ağlayanlar... Niye mi ağlıyorlardı: Kör olduk diye...

Babam üçümüzü de hastaneye götürdü. O gece merdivenlerden inerken, "ulen hadi asansör yok, bari elektrik olaydı, hadi elektrik yok, bari merdivenler düzgün olaydı" demedim ilk defa. Elektrik olsa da görmemize faydası yoktu artık.

O gece, "Arzu dikkatli in, düşme" dediğimde, "Uygar abi, ben Arzu değil, Açelya'yım" tepkisine "karanlıktan seçemedim" diye cevap vermem ise, hayatı tiye almanın bokunu çıkarabileceğimin resmi olarak kaldı hafızalarda.

Hastaneye gittiğimizde, evimizde gibi hissettirdiler bize kendimizi... Zira bizimle aynı yayına katılan kuzen ve arkadaşların bir kısmı gittiğimizde zaten ordaydı, geri kalanı da az sonra gelmişti kör gözleriyle...

Meğerse, canlı yayında filtresiz spot kullanmışlar, onun için gelmiş tüm bunlar başımıza.

Kanalı başlarına yıkıyorduk az kalsın, deli isyanımızla... Olmadı.

Bir sonraki hafta da katıldık yayına, ama güneş gözlüklerimizle... Grup Ayna gibi...


Aramızda elektrik olsun diye anlattım işte...